150 Haddon Ave, Haddon Township, NJ 08108, USA

Tag: celal emanet

İmam-ı Rabbani (k.s.) ve Ehl-i Beyt Sevgisi

İmam-ı Rabbani (k.s.) ve Ehl-i Beyt Sevgisi

İmam-ı Rabbani Ahmed Farukî Serhendî (h.971-1034/m.1564-1624), Hindistan’da yetişen büyük veli ve âlimlerdendir. İnsanların itikat, ibadet ve ahlak hususunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allah Teâlâ’nın rızasına kavuşturmak için rehberlik eden ve hicri ikinci bin yılının müceddidi olmasından dolayı ’Müceddid-i Elf-i Sâni’, şeriat ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle ’Sıla’ ismi verilmiştir. Hz. Ömer (r.a.)’ın soyundan olduğu için, ’Faruki’ nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, ’Serhendî’ denilmiştir.


İmam-ı Rabbani hazretlerinin yetiştirdiği halifeleri vesilesi ile bugün; Hindistan, Pakistan, Afganistan, Malezya, Endonezya vs. ülkelerindeki Ehlisünnet itikadında olan Müslümanların sayıları bir milyarın üzerindedir. İmam-ı Rabbani, Ehlisünnet yolundaki büyük hizmetleri sebebi ile Müceddid-i Elf-i Sani olduğunu teyit ettirmiştir. Serhend’de kendisine gelenleri nasihatle, ders ve sohbetleriyle; uzaklarda bulunup gelemeyenleri ise mektuplarıyla, gönderdiği halifeleriyle irşat etti. Hindistan’da yaşanan karmaşa ve bozulma devlet politikasının sonucu olduğu için yönetimde söz sahibi kimselerle özellikle ilgilendi. Saltanatın dini tahrif manasına gelen uygulamalarına açıkça karşı çıktı. Devlet ricaline karşı tavizsiz fakat yapıcı bir tutumla şeriat hükümlerini ve iman esaslarını savundu. Israrla Kur’an ve Sünnet’in vazgeçilmezliğini anlattı.


Üzülerek ifade etmek gerekirse günümüzde İslâm hakkında yeterli bilgiye sahip olmayıp Kur’ân ve Sünnet’e yanlış mana veren çatlak seslerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Bunların vaazlarını dinleyen ya da tasavvuf inkârcısı şahısların yanlış yorumladıkları dinsel söylemlerini ve sohbetlerini dinleyenler tasavvuf büyüklerine ve yaptıkları hizmetlerine dil uzatmaktan geri kalmamaktadırlar. Maalesef İmam-ı Rabbani hazretleri de bu bağlamda insafsızca hedef tahtasındakilerden birisi haline getirilmiştir. Yaşadığı dönemde Ekber Şah’ın şeriat aleyhindeki uygulamaları başta olmak üzere her türlü haksızlığa karşı mücadele veren İmam-ı Rabbani’nin yazdıklarını ve hizmetlerini basiret gözü ile idrak edemeyenler, yazılanları ters çevirip, günümüz insanlarına da tersten anlatmaktadırlar. Bu şahıslar, İmam-ı Rabbani hazretlerinin yazdıklarını okuyup anlamaktan uzakken ve tasavvufun T’sinden anlamadıkları halde büyük bir alim ve veliye hakaret içeren yazılar yazmaya ve sohbetler düzenlemeye devam ediyorlar. Allah Teâlâ bu şahıslara doğru anlayış yeteneği versin.


İmam-ı Rabbani’ye yöneltilen eleştiriler arasında Ehlibeyt sevgisi konusu da yer almaktadır. Mektubât’ında Sünnîler için Ehlibeyt sevgisinde ifrat ve tefrite yer olmadığına dikkat çeken İmam-ı Rabbani, onların bu konuda orta yolu takip ettiklerini ve itidal üzere olduklarını ifade eder. Eğer Rafızîlerin arzusu, Hz. Ali’nin kendisine karşı çıkanlara muamelesinde yaptığı tercihin haklı olduğunu söylemekse, Sünnîler de zaten böyle demişlerdir. Ancak gerçekte Rafızîlerin talebinin bu olmadığı ve onların diğer Sahabîlerin tekfir edilmesini istediği açıktır. Yoksa hem Ehlisünnet âlimleri, hem de onların takipçileri, Ehlibeyt’e düşmanlık besleyenleri reddetmiş ve ayıplamışlardır. İmam-ı Rabbani, Ehlibeyt’e karşı derin bir sevgi beslemiş, onları her tür yüce sıfatlara layık görmüştür. Peygamber neslinden gelen Seyyid Ferid’e yazdığı bir mektupta onu şu şekilde över:


’Dini teşvik etmek, ümmeti güçlendirmek herkes için yapılması güzel ve takdire şayan işlerdense de, İslam’ın garip kaldığı bu vakitte sizin gibi Ehlibeyt’ten, mürüvvet ve fütüvvet sahibi kişilerin bu hayırlı işleri yerine getirmesi daha da güzel olur. Bu bahtiyarlık sizin yüce neslinizde pek yaygındır. Böyle bir şey sizlerde (Ehlibeyt’te) zatî ve aslî bir özellik iken sizin dışınızdakilerde gelip geçici bir durumdur.’ (Mektubât-ı Rabbani, 193. Mektup)


İmam-ı Rabbani, Ehlibeyt’in hilafet konusunda hak sahibi olduğuna inanır. Bununla birlikte, Hz. Ali döneminde hilafet ile ilgili meseleden ortaya çıkan ve bazı sahabeleri taan eden Şiilerin iddialarına cevap vererek, Sahabeleri kötülemenin yanlışlığını şu sözleri ile ortaya koyar:
’Kur’ân-ı Kerim’i ve şeriatı bize ulaştıranlar, bu Ashab-ı Kiram’dır. Eğer onlar kötülenirse, Kur’an ve şeriatın da kötülenmesi gerekir. Zira Kur’ân’ı Hz. Osman cemetmiştir. Eğer o kötülenirse, onun şahsında Kur’ân’a da taan edilmiş olunacaktır. Allah Teâlâ zındıkların inancı olan bu gibi şeylerden bizi korusun.’ (Mektubât-ı Rabbani, 54. Mektup)


’Şu da bilinmelidir ki, Sahabe’den birini inkâr etmek, hepsini inkâr etmek gibidir. Zira onlar Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber olma nimetinde ortaktırlar. Peygamberle beraber olma fazileti ise bütün fazilet ve kemâlâtın üstündedir. Bu nedenle Tâbiîn’in en hayırlısı olan Veysel Karanî, Peygamberimizle beraber olan Sahabe’nin en alt mertebesinde olan kimsenin bile seviyesine erişememiştir. Kim olursa olsun, Peygambere sahabe olma şerefine denk hiçbir şey yoktur. Onların imanı, Rasûlullah (s.a.v.) ile olan müşahedelerine dayalıdır. Sahabe’den sonra imanın bu derecesi hiçbir kimseye nasip olmamıştır.’ (Mektubat-ı Rabbani, 59. Mektup)


’Bu arada şuna da itikadımız vardır ki; Hz. Ali (r.a.) hilafet hususunda haklı idi. Hata ise ona muhalif olan tarafta (Muaviye)’de idi. Lakin bu hata, içtihada dayalı bir hata olup, sahibini fasık yapmaz. Hatta böyle bir hatanın sahibini kınamak bile söz konusu olamaz. Zira bu tür bir hataya düşen kimseye (müçtehit olduğu için) bir sevap vardır.’ (Mektubat-ı Rabbani, 251. Mektup)


İmam-ı Rabbani’ye göre Ehlibeyt sevgisi, Ehlisünnet’in en temel sermayesidir. Sünnîliğe karşı çıkanlar bu hususun farkında değildir. Onlar Ehlisünnet’in dengeli sevgisinden habersizdirler. Bunlar kendilerine aşırılık tarafını seçtiklerinden, aşırılığın dışında sadece azlığın olduğunu zannetmektedirler. Bilemiyorlar ki aşırılıkla azlık (ifratla tefrit) arasında bir de denge (itidal) yolu vardır; bu ise hakikatin ve doğruluğun merkezidir. İşte bu merkez nokta Ehlisünnet’in nasibi olmuştur. Allah Teâlâ, Ehlisünnet’in bu tutum ve gayretini mükâfatlandırsın. Bu konuda aşırılıktan ve azlıktan Allah’a sığınırız. Rafızîler muhabbetteki aşırılığa varan tutumlarından dolayı, Üç Halife ve diğer Sahabe’ye cephe almayı Hz. Ali’yi sevmenin şartı kabul etmişlerdir. İnsaf etmek gerekir. Bu nasıl muhabbet ki, gerçekleşmesi için Peygamber Efendimiz’in vekillerine cephe almak, Sahabe’ye dil uzatmak gerekiyor!

Not:
İmam-ı Rabbani hazretlerinin Ehlibeyt sevgisi ve bu konuda Ehlisünnet’in duruşuna dair ’Redd-i Revâfız’ adlı eseri ve Mektubat-ı Rabbani’deki 51, 59, 80, 251, 349. Mektuplar detaylı bilgiler içermektedir.

Bu makale Celal Emanet tarafından “Özlenen Rehber” dergisinin 148. sayısı (2015 Temmuz) yazılmıştır.

Hariciliğin Yeniden Doğuşu

Hariciliğin Yeniden Doğuşu

1991’de Doğu Blok’u tamamen dağıldıktan sonra Batı, kesin zaferini ilan etmiş ve çok hızlı bir şekilde dünyayı, gerek kültürel gerekse de siyasi olarak etkisi altına almıştır. Bu bağlamda terör, şiddet, din gibi kavramlar da hızlı bir değişim ve dönüşüm geçirmişlerdir. Hatta geleneksel anlamdaki savaşlar bile oldukça farklılaşarak yerine gayri medenî, psikolojik, enformasyon, siber, terör savaşları gibi oldukça çeşitlenip çoğalmışlardır. Öte yandan globalleşen dünyada terörün tanımı geçmiş tanımlarından oldukça farklılaşmış ve daha kaypak bir zemine oturmuştur. Günümüzde birilerinin kurtarıcı olarak gördüğü hareketi bir diğeri terörist hareket olarak niteleyebilmektedir. Buna göre, terörizm kavramının kendisine yakın olan kavramlarla ayrımı net bir şekilde ortaya konmamıştır. Bunun yanı sıra terörizm kavramının bu güne kadar yerine oturmuş net ve ortak bir tanımı bulunmamaktadır. Durum böyle olunca kavram istenildiği tarafa çekilmiş, yanlış anlaşılıp öyle tanımlanmış veya yerinde kullanılmadığı anlaşılmıştır. Bu çerçevede dünya siyasî tarihinde büyük bir değişme diye kabul edebileceğimiz Doğu Blok’unun dağılmasından sonra ve 11 Eylül 2001 hadiselerinin ardından ABD ve Batı dünyası, yüzünü İslam Dünyasına çevirmiştir. Bu çerçevede baskın teknoloji ve kültürü olan Batı başta olmak üzere ABD, fundementalizm, İslamofobi ve terör gibi pek çok kavramı tekrar revize etmiştir. Bu bağlamda İslam dini bazen terör adına bazen de ideoloji adına istismar edilmekte veya kasıtlı olarak kurban edilmektedir.


Özellikle Irak ve Suriye’de otoritenin kaybolmasıyla ortaya çıkan ve kendilerine göre İslam Devleti kurduklarını iddia eden IŞİD adındaki terör örgütü yaptıkları eylemler ve din anlayışlarıyla tüm dünya Müslümanlarının içinden çıkılmaz sorunlarla karşı karşıya gelmelerine sebep olmaktadırlar. IŞİD, e-Kaide, Boko Haram, Hızbü’t-Tahrir, el-Şebab gibi dünyanın farklı bölgelerinde İslam adına terör faaliyetlerinde bulunan gruplar hüdayi nabit gibi bitmemişlerdir. Tabi ki bu grupların mensupları da, yaptıklarını kendilerince dine, hatta Kur’an’a dayandırarak icra ettiklerini iddia etmektedirler. Tıpkı tarihin bir döneminde zuhur eden Haricîler gibi…


İslam’ın farklı ve bağnaz bir din olarak anlaşılmasına sebebiyet veren Hâricîler İslam’daki ilk terörist hareket olarak nitelenebilir. İslâm’ın ana bünyesinden ilk kopuş Hâricîlerle gerçekleşmiştir. Hâricîler, İslâm düşüncesinde tepkisel din söyleminin ya da kabilevî zihniyetin tipik temsilcileridir.1
Hâricîlik hareketinin doğuşundaki en önemli etken, şüphesiz bedevîlikten yerleşik hayata geçen Arap toplumunun geçirdiği değişimdir.2 Hâricîlerin en büyük motiflerinden biri; ’el-emru bi’l-ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-münker’ prensibi, diğeri ise ’cihat’ anlayışlarıdır.3 Hâricîlere göre, devletin en önemli vasfı adalet olduğundan imamın ilk işi, söz konusu prensibi uygulamaktır.4 Hz. Ali döneminde iç karışıklıklar sırasında hakem olayıyla ortaya çıkan Hâricîler, en fazla dinsel bağnazlıklarıyla tanınırlar. Düşüncelerini taassupla savunmalarının nedeni, Kur’an’ın zahirine göre hükmetmeleri ve düşüncelerinin yüzeyselliği, bedevi çöl Arapları olmaları, eskiden kalan kabilesel düşmanlık ve kan davalarıdır. Dinsel taassuplarıyla ün salmış olan bu grup Hz. Ali başta olmak üzere Sahabe ve Tabiîn’den pek çok Müslüman’ın kanını dökmüş, Müslüman halkı terörize etmişlerdir. ’İni’l-hükmü illâ lillâh’ ayetini5 doğru dürüst anlamadan slogan haline getiren bu fırka, Kur’an’ın zahirî yorumuna bağlı, katı ve dışlayıcı izahlarıyla kendilerinden farklı düşünen herkesi tekfir etmişlerdir. Bu grup İslam’daki ilk dini-siyasal radikal hareket olmasının ötesinde, İslam dünyasındaki ilk teröristler (tedhişçiler) olarak da bilinirler. Kendilerine göre ihlâslı ama bir o kadar saplantılı olan bu hizip, Hz. Ali’yi bile kâfir diye öldürmüşlerdir. Zamanla kendi aralarında o kadar çok ayrılıklara düşmüşlerdir ki neredeyse tarihte hiç bir grup kendi arasında bu kadar fazla parçalanmamıştır. İslam’da terör hareketlerinin başlamasına tarihsel bir bakış açısı ile yaklaşan Taha Akyol, ’şiddet yolu ile siyasi erki (otorite ve gücü) ele geçirmenin İslam’da çok eski zamanlardan beri var olduğunu’ belirtmektedir. Ona göre, Hâricîler kendileri dışında kalan kimseleri kâfir olarak niteliyor ve yok edilmesi gereken mahlûklar olarak bakıyorlardı. Bu bağlamda İslam tarihinde hiçbir grup ve hiç kimse kan dökmede Hâricîler kadar ifrata gitmeyecektir. Esasen bu kadar ifrata gitmelerinin sebebi, kabile zihniyeti ve cahil bedevi çöl Arapları olmalarının yanında, Kur’anî mananın derinine inmeden onu ancak günlük konuşma dili kadar anlayıp yorumlamalarında aranmalıdır.6


Her ne kadar kendileri terör grubu olmamalarına karşın İslam’ın radikal yorumlarına sahip Vehhabîlik hareketinin de Hâricîler gibi tarihin belli dönemlerinde kendilerine karşı çıkan veya direnen kim varsa kâfir ilan edip öldürdükleri bilinmektedir. Esasen bu tür gruplar ister ideolojiden ister dinden besleniyor olsun, ortak noktaları damgalama, hoşgörüsüzlük, bağnazlık ve dışlayıcılıktır. İslam’ın katı denebilecek yorumu ve bu yorumu için mücadele eden, insan öldüren, kendilerince yeni bir düzen kurmaya çalışan gruplar her devirde olduğu gibi yaşadığımız devirde de türeyecektir. Bütün bunların çıkış noktası ’benim dediğim doğru ve tartışılmaz diğerleri ise yanlış yolda hatta kâfirdirler’ sözüdür. Oldukça şaibeli bir örgüt olup kime hizmet ettiği belli olmayan Türk Hizbullah’ı buna güzel bir örnektir.


Esasen birçok dinsel grup, dine ilişkin en doğru yorumun kendi yorumları olduğunu ileri sürmektedir. Nitekim 1990’lı yıllarda ortaya çıkan Hizbullah’ın ve içinde yaşadığımız bu zaman diliminde Hâricîlerin bir uzantısı olarak zuhur eden IŞİD, el-Kaide, Boko Haram ve el-Şebab gibi terör grupları anlayış olarak Hâricî zihniyeti görünümündedir. Nitekim bu gruplar da’…bizden olmayan bize düşmandır, bizden olmayan öldürülmelidir’ düşüncesi hâkimdir. Günümüzde Müslümanlar bu tür grupların gerçekleştirdiği terör eylemleri sebebiyle pek sıkıntıyla karşı karşıya kalmışlardır. İslam dünyasında bu başıboşluğu dolduracak ve inananları doğru yola yönlendirecek donanımlı insanların yetersizliği sebebiyle Vandalizm,7 terör, sivil halka karşı düzenlenen canlı bomba eylemleri her geçen gün şiddetini artırarak devam etmektedir.
Günümüzde bu fırka mensuplarının (özellikle IŞİD ve Boko Haram’ın) ne derece ikilem içinde bulunduklarını, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama adına İslâm Dünyası’nda nasıl bir terör estirdiklerini görmemek için kör olmak gerekir. Her ne kadar bazıları, ’bu gruplar Batı tarafından kurulmuştur, onlar tarafından idare edilmektedir’ şeklinde görüş beyan etseler de eylemlerini icra edişleri Hâricîlerin uygulamalarından farksızdır. Tarihte yaşananların günümüzdeki hadiselerle ne derece örtüştüğünü anlamak için bir misal vermek yerinde olacaktır.


Hz. Ali döneminde Hâricîlerin lideri Râsibî, Basra’da bulunan Hâricîlere yazdığı mektupta onların kendilerine katılmalarını, iyiliği emredip kötülükten menetmelerini istemiştir.8 Râsibî’nin bu teklifine olumlu cevap veren Basra’daki Hâricîler, Nehrevan Köprüsü’nde toplanmış olan Kûfe Hâricîlerine katılmak üzere Basra’dan çıkıp, Nehrevan’a yaklaşmışlardı. Bu arada, içlerinde Abdullah b. Habbab b. Erett9 ile doğumu yaklaşmış bir derecede hamile bulunan hanımı veya cariyesi olan bir topluluğa rastladılar. Abdullah b. Habbab’ın boynunda bir Kur’ân asılı idi. Hâricîler, Abdullah’a kim olduğunu sorduktan sonra, ona kendisini güvende hissetmesini ve sorularını doğru olarak cevaplamasını istediler. İlk olarak, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki görüşlerini sordular. Abdullah, onları hayırla andı. Hz. Osman’ı sorduklarında ise, onun başlangıçta da sonrasında da haklı olduğunu ifade etti. Hz. Ali ile ilgili sorularına ise, ’O, Allah’ı sizden çok daha iyi bilir ve sizden daha dindardır, görüşü de sizden daha isabetlidir’ cevabını verdi. Hâricîler, İbn Habbab’ın verdiği bu cevaplardan memnun kalmadılar: ’Sen hevâya uyuyor ve kişileri işleri ile değil, adları ile tanıyorsun. Allah’a yemin ederiz ki, seni görülmedik bir şekilde öldüreceğiz’ diyerek ne derece öfkelendiklerini dile getirdiler. Bundan sonra, Abdullah’ı hamile olan eşi ile birlikte alıp kollarını arkasına bağladılar ve yolda bir hurmalığa vardılar. Abdullah, onlara; ’Ben Müslüman’ım, öldürülmemi gerektirecek bir harekette bulunmadım. Ayrıca size ilk rastladığımda bana emniyette olduğumu söylediniz.’ dedi. Ancak onlar; ’Senin boynunda asılı olan Kitab, bize senin öldürülmeni emrediyor’ diyerek, İslâmiyet’e büyük hizmetler etmiş, birçok gazalarda bulunmuş bu önemli zatı yere yatırıp koyun keser gibi kestiler; karısının da hiçbir suçu yokken, feryat ve yalvarmalarına bakmaksızın karnını yararak şehit ettiler. Ayrıca bu kafilede bulunan diğer dört kadını da aynı şekilde kestiler.10


Maalesef, bedevî zihniyeti ile hareket eden, İslâm’ın ruhundan habersiz, Kur’ân ve Sünnet hakkında bilgileri son derece yetersiz olan Hâricîler veya onların devamı niteliğindeki günümüzdeki radikal gruplar bu katliamları, gaye edindikleri ’iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak’ adına yerine getirmektedirler. İşin garibi bu prensibi ifa ederken büyük bir fitne hareketinin içinde olduklarının da farkında bile değillerdir. Zira, bunların gerçekleştirdiği eylemlerin, İslâm dünyasında veya dünyanın diğer bölgelerinde Müslümanlara karşı terör ve korkudan başka bir getirisi olmamaktadır. Acaba Hâricîler’de ve günümüzün radikal dini gruplarında, birbirine zıt bu sıfatların varlığının sebebi nedir? Bir tarafta takva ve ihlâs, diğer yanda sapıklık, çılgınlık, aşırılık, katılık, bağnazlık, inançlarına davet etmede taşkınlık, insanları baskı ve zorla sapık görüşlerini kabullenmeye icbar etmek. Bu grubun mensuplarında İslâm’ın hoşgörüsü, ihlâs ve takvanın kalplere doldurduğu şefkat ve merhameti görmek mümkün değildir. Masum ve suçsuz insanları tüm dünyanın gözü önünde hem de kameraya kaydederek hunharca ve zalimce nasıl katlettiklerini sloganlar eşliğinde izlettirmektedirler.


Unutulmamalıdır ki İslâm, slogan veya propaganda dini değil, hakikatin ta kendisidir ve insanlığın içinde bulunduğu sorunların üstesinden gelebilmesi için gönderilen son ve doğru kaynaktır. İslâm’ı radikal bir şekilde yorumlayan sapkınlar ise tarihte olduğu gibi günümüzde de insanlığa barış ve huzur yerine korku ve zulüm getirmektedirler. Zira bu sapkınlar için sorunlar ve yanlışlara karşı bir tek yöntem vardır. O da her yanlışa sert tepki göstermektir. Bu tür kimselerin, İslâm’ın gösterdiği sırat-ı müstakîm yerine kendi kafalarına göre hareket ettikleri için dalaletten kurtulmaları mümkün değildir.

(Endnotes)
1 Sönmez Kutlu, ’İslâm Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu’, İslâmiyât, c. 4, s. 4, Ankara 2001, s. 20.
2 Adnan Demircan, Haricilerin Siyasi Faaliyetleri, İstanbul 1996, ss. 60-62.
3 İbn Kuteybe ed-Dineverî, el-İmâme ve’s-Siyâse, tah. Mustafa el-Halebî, Kahire 1969, I, s.141; Nevin Abdülhâlık Mustafa, İslâm Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi Akyüz, İstanbul 2001, s. 249.
4 Ethem Ruhi Fığlalı, ’Hâricîler’, DİA, İstanbul 1997, XVI, s. 172.
5 Bkz., el-En’âm, 6/57; Yûsuf, 12/40, 67.
6 Taha Akyol, Hariciler ve Hizbullah; İslam Toplumunda Terörün Kökenleri, İstanbul: Doğan Kitap, 2000. Muhammed Ebu Zehra, İslam’da Siyasi, İtikadi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Çev.: Hasan Karakaya & Kerim Aytekin, İstanbul: Hisar Yayınevi, 1983, ss. 71-95.
7 Vandalizm, bilerek ve isteyerek, kişiye ya da kamuya ait bir mala, araca ya da ürüne zarar verme eylemidir.
8 Ebû Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, tah. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Beyrut ts., V, ss.72-73; ed-Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıval, nşr. Abdu’l-munim, Kahire 1960, s. 204.
9 Abdullah b. Habbab b. el-Erett, Hz. Peygamber’i görmüş ve ondan babası yoluyla rivayette bulunmuştur. Bkz. İbnü’l-Esîr, Usdu’l-Gâbe fî-Ma’rifeti’s-Sahâbe, Mısır 1280, III, s. 150.
10 Bu konuda yapılan rivayetlerde küçük bir kısım farklılıklar bulunmaktadır. Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Mektebetü’l-Meârif, Beyrut 1966, V, s.288; Ebû Ömer Ahmed b. Muhammed el-Endülüsî İbn Abd Rabbihi (328/939), el-Ikdu’l-Ferîd, Kahire 1948, II, ss.390-391.

Bu makale Celal Emanet tarafından “Özlenen Rehber” dergisinin 159. sayısı (Temmuz 2017) için yazılmıştır.

Dünya ve Ahiret Saadeti

Dünya ve Ahiret Saadeti

Üzülme!
Görebiliyorsan, dokunabiliyorsan, nefes alabiliyorsan, ne mutlu sana!
Elinde olmayanları söyleme bana. Elinde olanlardan bahset can!
Geceler hep kimsesiz mi geçecek?
Gidenler dönmeyecek mi?
Yitirdiğin; bir bakarsın yağmurlu bir gecede veya bir bahar sabahında karşına çıkmış.
Bil ki güzellikler de var bu hayatta.
Gel git’lerin olmadığı bir hayat düşünebilir misin?
Hüzün olgunlaştırır, kaybetmek sabrı öğretir.
Hz. Mevlana

İnsanoğlu, dünyada yaşadığı süre içerisinde çok farklı insan karakterleriyle karşılaşır. Okulda, caddelerde ve iş hayatında karşılaşılan insanların yanı sıra, her gün gazete sayfalarında ve televizyon ekranlarında dünyanın dört bir yanından farklı yapılara sahip pek çok insanın olaylar karşısında nasıl bir tutum içerisinde olduklarına şahit olunmaktadır. Bu kimselerin kendi yaşantılarına dair yaptıkları yorumlarını, sıkıntılarını, insanlarla aralarındaki problemlerinden bahsedişlerini veya birbirleriyle dost olduklarını söyleyen ama her fırsatta birbirlerinin arkasından olmadık kötü sözler sarf eden, kıskançlık, kin ya da rekabet gibi duygular nedeniyle huzursuzluktan kurtulamayan kimi insanların nasıl bir ruh haline sahip olduğunu hayalinizde bir canlandırın.


Bir de, dünyanın mevcut şartlarında olabilecek en üst hayat seviyesine ulaşmış, istediği anda, istediği her şeyi elde edebilecek kadar çok parası olan, en güzel evlerde oturup en son model arabalarla dolaşan, en pahalı giysileri giyen, kariyerleriyle, itibarlarıyla toplumda saygı duyulan ve sözü dinlenen insanların hayatlarına bir göz atın.


Bu hadiseler ve insan karakterleri üzerinde biraz düşündüğümüz zaman önemli bir gerçeği fark edeceğimizi umuyorum. Hangi şartlar altında olurlarsa olsunlar bu insanları ortak bir noktada birleştiren önemli bir benzerlik vardır. İnsanların pek çoğu bir türlü mutlu olamamaktadır. Ne sahip oldukları mal-mülk, ne yaptıkları işler, ne de sevdikleri insanlar, bu kişileri gerçek anlamda mutlu etmeye yetmektedir. Mutluluk, huzur, neşe, sevinç gibi özelliklerin yerine, bu insanların hayatına hakim olan; hüzün, karamsarlık, ümitsizlik, hiç bir şeyle tatmin olmama gibi durumlardır. Pek çok insanın, hayatının büyük bir bölümü bu ruh haleti içerisinde geçer. Bu insanların mutlu olabildikleri anlar ise hem geçicidir hem de gerçek mutlulukla kıyaslandığında son derece yüzeyseldir. Hatta bazı zamanlar da, hem kendilerini hem de çevrelerindeki insanları kandırmaya yönelik taklitlerden ibaret görüntüsel bir mutluluk gösterisinden öteye gitmez.


Bazı insanlar da gerçek mutluluğu elde edebilmek için dünya hayatında insanın aklına gelebilecek her yolu dener, her seferinde yeni ideallerin peşinden koşar ve bunları elde ettiklerinde mutluluğu da yakalayacaklarına inanırlar. Kimi zaman iyi bir dost ya da arkadaş arayışı, kimi zaman maddî beklentiler, kimi zaman da manevî istekleri olur. Bu istek ve beklentilerin her biri arzu ettikleri şekilde gerçekleşse bile sonuç yine bekledikleri gibi olmaz. Bir türlü gerçek anlamda, daimî bir mutluluğu tadamazlar. Çoğu zaman iç dünyalarında yaşadıkları bu tatminsizliği dışarıya yansıtmamaya çalışırlar. Oysa ellerinde mutlu olabilmek için her türlü imkân vardır.


Peki, ama bu insanlar neden mutsuzdur? Neden iç dünyalarında sıkıntı ve keder duyar, neden huzursuz bir yaşam sürerler?


Bu insanların, en güzel nimetlerin içerisinde bile sıkıntı çekmelerinin ve mutsuz olmalarının nedeni, Allah’tan uzak bir hayat sürüyor olmalarıdır. Allah (c.c.) insanlara mutluluğu ancak iman ile verir, hayatın güzelliklerinden gerçek anlamda zevk alabilmelerini ancak bu şekilde mümkün kılar. Kur’an’a uygun samimi bir iman olmadığı sürece, insanların hiçbir yolla, hiçbir yöntemle gerçek ve kalıcı mutluluğu elde edebilmeleri mümkün değildir. ’Mü’minler gerçekten felâh bulmuştur.’1 şeklinde buyrularak, mutluluğu ve kurtuluşu bulanların mü’minler oldukları bildirilmiştir; ama bu noktada mü’minlerin de göz ardı etmemeleri gereken önemli bir gerçek vardır. Bu güzel hayatı yaşayabilmek, hayattan ve dünya nimetlerinden, Allah’ın insanlar için yarattığı onca güzellikten zevk alabilmek için, imanın kalbe gerçek anlamda yerleşmesi gerekmektedir. Yoksa insanların sadece dilleriyle iman ettiklerini söylemeleri ya da iman edenlere sadece belirli yönlerde benzemeleri, onları içerisinde bulundukları mutsuzluktan kurtarmaz. Gerçek mutluluk, insanların kalplerini Allah’a tam bir teslimiyetle bağlamaları ve yaşamlarının her anını Kur’an ahlâkına uygun bir hale dönüştürmeleriyle mümkün olacaktır. Görüldüğü gibi mutlu olmanın yolu aslında son derece kolaydır. Allah (c.c.), indirdiği hak kitap Kur’an ile insanlara mutlu olabilmenin sırrını bildirmiştir. İnsan ancak kendi yaratılışına, Allah’ın kendisi için belirlediği fıtratına uygun şekilde davrandığı takdirde güzel bir hayat yaşayabilir. Allah’ın kendilerine rahmet olarak gösterdiği bu yoldan yüz çeviren ya da bu yola gereği gibi uymayan insanlar, kendi elleriyle kendilerine mutsuz bir dünya oluşturmuş olurlar. ’Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar.’2 ayetiyle bildirdiği gibi, bu insanlar kendi kendilerine azap ederler. ’Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.’3 hükmüyle, imandan yüz çevirenler için dünya hayatında yaşanacak bir ’sıkıntı’dan ve ahirette alacakları karşılıktan bahsetmiştir.


İnsanın gizli ya da Kur’an ahlâkına uymayan her ne özelliği varsa bunları terk etmesi, problemlerin çözümlenmesinde birinci faktör olacaktır. Allah’a imandan sonra Kur’an ve Sünnet’e uyan her mü’min, Kur’an’a daha samimi yaklaşmalı ve ayetlerde anlatılan mü’min ahlâkına ters düşecek her türlü tavır ya da düşünceden kurtulmalıdır. Kur’an ile bildirilen gerçekleri sadece teorik olarak bilmeyi yeterli görmemeli, bunları pratik hayatta da her an hissetmeli ve yaşamalıdır. Allah’ın ilmi ile her yeri sarıp kuşattığını, insanın içinden geçen gizli saklı tüm niyetleri bildiğini, samimiyetsizlikleri de gördüğünü unutmamalıdır.
Bir insan bu gerçeklerin şuuruna vararak yaşadığında, kendisi için güzel ve farklı bir hayatın başladığını görecektir. O güne kadar zevk aldığını sandığı nimetlerin tadına aslında hiç varmamış olduğunu, insanların mutluluk sandıkları şeylerin, gerçek mutluluğun yanında ne kadar sıradan zevkler olduğunu anlayacaktır. Yediği yemekten, seyrettiği bir manzaradan soluduğu havaya kadar her şeyin sandığından çok daha büyük sevinçler verebildiğini anlayacaktır. Sevmekten, sevilmekten, güzel ahlâk göstermekten, insanlardaki güzellikleri, incelikleri görmekten, gülmekten, dostluklardan, mü’min kardeşleriyle yaptığı sohbetlerden çok daha farklı tatlar alacaktır. Hayatı, dünya şartlarında bir nevi cennet hayatını andırır hale gelecektir. Burada anlaşılması gereken önemli bir konu daha vardır; ’güzel bir hayat yaşamak’ derken bunda kastedilen mana, insanın hiç zorluk görmemesi anlamında değildir. Çünkü dünya bir imtihan ortamıdır ve insan, hayatının sonuna kadar çeşitli olaylarla denenecektir. İnsan, Allah’ın Kur’an ayetlerinde bildirdiği şekilde; kimi zaman açlıkla ve korkuyla, kimi zaman da malından, canından, sevdiklerinden eksiltmelerle denenecek, gerektiğinde zorluk ve sıkıntıyı da tadacaktır; ama bunların hiçbirisi, mü’minin burada anlatılmak istenen iç huzurundan, kalbî mutluluğundan hiçbir şey götürüp eksiltmez. Çünkü mü’min olaylardaki hayırları, hikmetleri görebilen, göremediğinde dahi bu gerçeğe iman edip, tevekkül eden ve bunun güzelliğini yaşayan insandır. Olayların hayrını düşünmek ve Allah’ın takdirine teslim olmak insanlara daimî ve gerçek mutluluğu kazandırır.


Allah (c.c.), Kur’an’da: ’… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.’4 diye bildirmektedir. İnsanlar yaşamları içerisinde kimi zaman ummadıkları, istemedikleri ya da hoşlanmadıkları olaylarla karşılaşabilirler. Bunların her biri de; ’O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı…’5 ayetiyle bildirildiği gibi, insanların denenmesi için özel olarak yaratılan durumlardır. İnsanın yapması gereken ise, başına gelen olay her ne kadar zor ya da olumsuz gibi görünse de, Allah’a güvenmek ve Rabbimizin bu olayda bir hayır takdir ettiğini bilmektir. Mü’min bir kişi, kalbinde yaşadığı bu güven ve teslimiyeti ahlâkına da hakim eder. İşte bu, Allah’ın Kur’an ile insanlara emrettiği tevekküllü tavırdır. Olaylar karsısında tevekkül edildiğinde, Allah’ın izniyle her şey çok kolaylaşır.
Tevekkülsüzlükte ise, hayatın her detayı insanlar için ayrı bir zorluk, ayrı bir sıkıntı ve ayrı bir azaba dönüşür. Her iş karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hal alır. En basit, en sıradan ve çözümü en kolay olan olaylar bile tevekkülsüz insanların gözünde büyür. Bu insanlar Allah’a iman ettiklerini söyledikleri halde, kimi zaman kaderin nasıl mükemmel bir düzen içerisinde işlediğini unutabilir ve olayların Allah’tan bağımsız olarak geliştiği düşüncesine kapılabilirler. Bundan dolayı başlarına gelenlere hayır gözüyle bakamaz, olaylardaki hikmetleri göremezler. Sürekli korku ve endişe içerisinde yaşarlar. Daha ortada hiçbir şey yokken bile olabilecek olumsuz ihtimalleri düşünerek tevekkülsüzlüğün getirdiği tedirginliği yaşarlar. Aynı şekilde en olumlu ve en yolunda giden olaylarda bile, yine hep aksilik olarak nitelendirecek bir şeyler bulurlar. ’… Gerçek şu ki, biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda insan bir nankör kesiliverir.’6 buyrularak, birçok insanın sahip olduğu kötü bir ahlâk özelliğine de dikkat çekilmiştir. Gerçekten de bazı insanlar, içerisinde yaşadıkları sayısız nimete rağmen, Allah’a karşı nankörlük edebilmektedirler. Oysa hiç düşünmemiş olabilirler; ama mutsuz bir hayat yaşamalarının başlıca nedenlerinden biri, Allah’a karşı gösterdikleri bu ahlâktır. Çünkü Allah: ’Öyleyse (yalnızca) beni anın, ben de sizi anayım ve (yalnızca) bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin.’7 ayetiyle, insanlara nankörlükten kaçınmalarını emretmektedir. İman ettikleri halde Allah’ın rahmetini ve kendilerine verilen onca güzelliği takdir edememeleri, elbette ki insanlara azap olarak geri dönmektedir. Bu kimselerin böyle bir ahlâk sergilemelerinin asıl nedeni temelde dinin özünü tam olarak kavramamış olmalarıdır.
Kaderin mükemmel işleyişini, iyi ya da kötü görünen her şeyde bir hayır olduğunu düşünmemeleri, olaylara olumsuz bir gözle bakmalarına neden olur. Oysa bir olayda insanın nimet olarak görüp sevinç duyabileceği yüzlerce detay vardır; ama bu insanlar, bakış açılarındaki çarpıklık nedeniyle, bu nimetleri gereği gibi görüp takdir edemezler. Halbuki nimeti görme ve ona şükretme ahlâkını göstermiş olsalar, Allah (c.c.) da onlar üzerindeki nimetini artıracaktır. İman eden kimseler bu ahlâkın getirdiği huzur ve mutluluğu yaşarlar. Her şeye iman ve hikmet gözüyle baktıkları için çevrelerindeki nimetleri, güzellikleri ve incelikleri hemen fark edebilirler. Dünya nimetlerine hırsla yaklaşmadıkları için ellerindekilerle yetinmeyi bilirler. En zor şartlarda, en sıkıntılı ortamlarda bile bu ahlâklarını sürdürürler. Olayların olumsuz yönlerini görüp bunlarla mutsuz olmaktansa, her zaman güzel yönlerini görüp bunlarla sevinç duymasını bilirler. Allah, samimi mü’minlerin gösterdikleri bu güzel ahlâka karşılık olarak Kur’an’da şöyle buyurmuştur: ’Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size (nimetimi) arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir.’8 bu ayette bildirdiği gibi bu ahlâkı gösteren kimselerin üzerindeki nimetlerini daha da artırmaktadır.


Allah (c.c.), kendisine samimi bir kalple iman eden kimselere katından bir güzellik, sevimlilik ve nur verir. Bu insanlar varlıklarıyla girdikleri her ortama güzellik ve esenlik getirirler. Yüzlerine bakmak, seslerini duymak, Allah’a olan derin imanlarını hissettiren samimi konuşmalarına ve tavırlarına şahit olmak çevrelerindeki insanlar için birer nimet olur.


Samimiyetsiz bir tavır içerisinde olan insanların üzerinde ise, mü’minlerin tam tersine olumsuz bir hal oluşur. Kendi iç dünyalarında yaşadıkları tevekkülsüzlük, hüzünlü, sıkıntılı ve gergin ruh halleri ve kibirleri, bu insanların girdikleri her ortamda negatif bir hava esmesine neden olur. Hiçbir söz söylemeseler, hiçbir şey yapmasalar dahi bulundukları yerden çevrelerine olumsuz bir elektrik yayarlar. Gergin ruh halleri, azap dolu yüzleri ve sıkıntılı sesleri insanlara bu durumu açıkça hissettirir. Samimi olmadıkları, Allah’a karşı mutlak dürüstlük içerisinde yaşamadıkları sürece bu iticilik üzerlerinden gitmez. Çevrelerindeki insanlara sempatik görünebilmek için her ne yaparlarsa yapsınlar, olumlu bir etki oluşturamazlar.
Bu durum, Allah’ın insanlar üzerinde yarattığı mucizevî bir durumdur. Böyle olumsuz bir halin nedeni kimi zaman tam olarak tarif edilemeyebilir; ama çoğu kişi böyle insanları anlar ve onlarla aynı ortamı paylaşmak istemez. Bu da olumsuz hali üzerinde barındıran insanın dünyada içten içe yaşadığı sıkıntılardan biridir. Ancak unutulmamalıdır ki aynı insan kalbini temiz tutup Allah’a karşı samimi olmaya niyet ettiği andan itibaren üzerindeki bu kötü hâl Allah’ın dilemesiyle hemen dağılır ve yerini nurlu bir yüze bırakır. Dünya ve ahiret mutluluğunun tek çaresi iman ve amel-i salihte gizlidir.


Mü’minler olarak Yunus Emre’nin dile getirdiği ’Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü…’ anlayışıyla bütün mahlûkâta şefkat, merhamet ve muhabbetle yaklaşmalıyız. İnsanoğlu işlediği günahlarla ne derecede düşerse düşsün, onun özündeki değer bâkîdir. Bu sebeple, günaha olan düşmanlığı günahkâra sıçratmamak icap eder. Fakat günahkâra olan müsamahayı da günaha taşırmamak gerekir.
Nakledildiğine göre İbrahim b. Edhem Hazretleri, bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamış, bunu niçin yaptığını soranlara da: ’Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hürmetsizlik olurdu…’ demişti. Adam ayıldığında ona: ’Horasan zâhidi İbrahim b. Edhem ağzını yıkadı…’ dediler. Bu durumdan mahcup olan sarhoşun gönlü de gaflet uykusundan uyandı ve: ’Öyleyse ben de tevbe ettim…’ dedi. Böyle bir ıslâha vesile olan İbrahim b. Edhem Hazretlerine rüyasında Hak katından şöyle buyruldu: ’Sen bizim için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!’
İşte Allah’a kulluk, böylesine yüksek bir kalbî hayatla ifa edildiğinde neticesi de o nisbette bereketli olur. İnsan bu hâle ulaşınca muhabbet odağı hâline gelir. Muhabbetle atılan tohum da ebedidir.

(Endnotes)
1 el-Mü’minûn, 23/1.
2 Yûnus, 10/44.
3 Tâ-hâ, 20/124.
4 el-Bakara, 2/216.
5 el-Mülk, 67/2.
6 eş-Şûrâ, 42/48.
7 el-Bakara, 2/152.
8 İbrâhîm, 14/7.

Bu makale Celal Emanet tarafından “Özlenen Rehber” dergisinin 160. sayısı (Temmuz 2017) için yazılmıştır.

Abdurrazzâk B. Hemmâm ve El- Musannef Fi’l-Hadis ve Kitâbü’s Sünen

Abdurrazzâk B. Hemmâm ve El- Musannef Fi’l-Hadis ve Kitâbü’s Sünen

Abdurrazzâk b. Hemmâm b. Nâfi, hicri 126 yılında dünyaya gelmiştir. Künyesi Ebû Bekr’dir. Kaynaklar onu, San’a’da doğup büyüdüğü için ’es-San’ânî’ nisbesiyle, ailesinin Himyer kabilesinden olması nedeniyle ’el-Himyeri’ ve Yemen’e nisbetle de ’el-Yemânî’ şeklinde zikretmiştir. H. 211/ m. 827 yılının Şevval ayı içerisinde 85 yaşında iken vefat etmiştir.
Abdurrazzâk, âlim, hâfızu’l-kebîr, sika, sebt, râvîlerin en sağlamı gibi lafızlarla tavsif ve tevsik edilmiş, sâhibu’l-musannef ve’l-müsned, allâme, şeyhu’l-islâm ve muhaddisu’l-vakt gibi unvanlarla anılmıştır.
Abdurrazzâk, Musannef’te hem babasından hem de amcası Vehb b. Nâfî’den hadis rivayet emiştir. Bu da ailesinin hadis ehli olduğunu ve kendisinin de ehl-i hadis olan bir aile içerisinde yetiştiğini göstermektedir. O dönemde yaşayan bazı muhaddisler gibi Abdurrazzâk da hadis yolculuğuna çıkmıştır. Hicaz, Şam ve Irak gibi ilim merkezlerine seyahatlerde bulunmuştur. Bu seyahatler neticesinde Evzâî, İbn Cüreyc, Ma’mer, Muhammed b. Râşid, Süfyan es-Sevrî, Süfyan b. Uyeyne, Mâlik b. Enes gibi yaşadığı devrin büyük muhaddislerinin birçoğundan hadis dinlemiş ve almıştır. Abdurrazzâk, Yemen’e gelen İbn Cüreyc (ö.150/767) ile henüz 18 yaşındayken görüşmüştür. İlim yolculuğuna da 20 yaşında iken çıkmıştır.
Ma’mer b. Râşid’in yanında yaklaşık sekiz yıl kalıp ondan on bin kadar hadis yazdı. Fıkıh bilgisini de Evzâî, Süfyan es-Sevrî ve Ebû Hanife’den aldı. Kendisinden rivâyette bulunan muhaddisler arasında Yahya b. Maîn, Ali b. Medînî, İshak b. Râhûye, Züheyr b. Harb, Ahmed b. Hanbel gibi önemli şahsiyetler yer alır. İbrahim b. Abbâd ed-Deberî’nin naklettiğine göre Abdurrazzâk 17.000 hadisi ezbere biliyordu. Ancak bunlar Abdurrazzâk’ın merfu’ olarak bildiği hadislerdir. Hocalarından Süfyân b. Uyeyne ile Mu’temir b. Süleymân ondan birer hadis rivayet etmişlerdir. Abdurrazzâk’tan, İmam Buhârî 110, Müslim de 409 hadis eserine almıştır.
el-Musannef Fi’l-Hadîs ve Kitâbü’s-Sünen
Musannef’in ne zaman yazıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte onun telifi ile ilgili söylenebilecek en güvenilir bilgi, hicri II. asrın II. yarısının ortalarına doğru yazılmış olması ihtimalidir. Hadislerinin çoğu sülâsî olan el-Musannef, yani Buhârî’nin Asahhu’l-Esânîd’i olan; Malik>Nafi’>İbn Ömer isnâdıyla rivâyette bulunmuştur. Hadis kitaplarının üçüncü tabakasındandır. el-Musannef, Rasûlullah (s.a.v.)’a ait merfu rivâyetlerle birlikte, mevkûf ve maktû hadisleri de ihtiva eder. Matbu nüshadaki numaralandırmaya göre Ma’mer b. Râşid’in ’el-Câmi’i hariç rivayet sayısı 19418’dir. Ma’mer’in el-Câmi’indeki 1615 rivayet de eklenince bu sayı toplamda 21033 olmaktadır. Abdurrazzâk, Kitâbu’l-Câmi’de yer alan 1615 rivayetin 51’ni Ma’mer dışındaki farklı râvilerden rivayet etmiş, 1564’nü Ma’mer’den rivayet etmiştir.
Abdurrazzâk, Musannef’inin büyük bir kısmını, eser sahibi olan Ma’mer, Sevrî, İbn Cüreyc, İbn Uyeyne, Ebû Hanîfe, el-Evzâî, Şa’bî, Mâlik b. Enes, İbn Mübarek ve Vekî’ b. Cerrâh gibi hocalardan, müstensihlerin kendisine yazmış olduğu kitaplardan, tahammül metodunun en üstünlerinden olan arz yoluyla almıştır. Abdurrazzâk’ın Musannef’inde aynı şeyhe ait rivâyetlerin peş peşe verilmesi, hatta müteakip baba geçilse de bu şeyhe ait rivâyetlerin sevkine devam edilmesi bu rivâyetlerin yazılı bir kaynaktan alındığını göstermektedir.
Abdurrazzâk’ın yazılı kaynakları arasında yer alan Mâlik’in Muvattâ’ındaki birçok hadis, Musannef’te metin bütünlüğünü muhafaza etmiş olarak yer almaktadır. Bu da bize Abdurrazzâk’ın, yazılı kaynakları itina ile Musannef’ine yansıttığını göstermektedir. el-Musannef, kendisinden önceki bazı hadis kaynaklarını günümüze taşıması ve kendisinden sonraki hadis müelliflerine kaynaklık etmesi nedeniyle, her zaman dikkat çekmiştir. Onu değerli kılan en önemli faktörlerden birisi ulaştığı haber kaynaklarını ulaşabildiği şekliyle, süslemeden ve olduğu gibi aktarmış olmasıdır. Bu onun en belirgin özelliğidir. Ancak Abdurrazzâk bazen racul, sâhibun leh, raculün min ehli Basra, raculün min Eslem, men semia’ İkrime gibi müphem lafızlar kullandığı hocalarından, bazen de Sevrî ev gayruhu şeklindeki şek ifadeleriyle rivayette bulunmuştur.
İlk kez 1390/1970 yılında Habîburrahmân el-A’zamî’nin tahkik ve tahrîciyle el-Meclisu’l-İlmî tarafından 11 cilt halinde basılan Musannef’in 1403/1983 yılında yapılan ikinci baskısı, ayrı bir cilt halindeki fihristle birlikte 12 cilttir. İlk cildin başına iki paragraflık kısa bir ’Tenbih’ yazan A’zamî, burada bir mukaddime yazacağını belirtmiş ancak bu mukaddime yazılmamış ya da yayınlanmamıştır. A’zamî, bu kısa notunda, Abdurrazzâk’ın elde mevcut musannef nüshalarının hepsinin eksik/nakıs, sadece Türkiye’deki ’Murat Molla’ nüshasının tam/kâmil olduğunu belirtmiştir. Ancak daha sonraki zamanlarda yapılan araştırmalara göre Edirne Selimiye Kütüphanesi’ndeki nüsha da tam/kâmil nüshadır. A’zâmî bu nüshayı ya incelememiş ya da bu nüshadan haberi olmamıştır.
Abdurrazzâk üzerine yapılan daha önceki çalışmalarda, Musannef’in günümüze beş ayrı nüshasının ulaştığı belirtilmiştir. Aslında bunlar Fuad Sezgin’in GAS’da kaydettiği ve kendisinin ulaşabildiği nüshalardır. Ancak
A’zamî’nin neşrettiği matbu Musannef’te yapılan dikkatli bir taramada, Fuad Sezgin’in tespit edemediği ama A’zamî’nin ulaştığı farklı nüshaların olduğu da görülecektir. A’zamî Musannef’in Molla Murat Nüshası’nı ve 10. cilt 146. sahife ) باب ما جاء في الحرورية (’den itibaren de Feyzullah Efendi Nüshası’nı esas alarak Zahiriyye,
Dimeşk İslâmî Kütüphanesi ve Haydarâbâd nüshalarıyla da karşılaştırma yaparak tahkikini yapmış ve neşretmiştir. Matbu Musannef’te kullanılan nüshalar ile Fuad Sezgin’in kaydettiği nüshalar birleştirildiğinde Musannef’in -eksik olmakla birlikte- beş değil sekiz yazma nüshasının bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Bu nüshalar şunlardır:
1- Murat Molla Kütüphanesi, nr: 602–606 / I-V, 746H.- 747H.
2- Millet Kütüphanesi, Feyzullah Efendi Koleksiyonu, nr: 541/I, 606H. (1-91b).
3- Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Medine Bölümü, nr: 596.
4- Edirne Selimiye Kütüphanesi, nr: 1234, Hicri X. asır ( el-guslden sonuna kadar).
a) Rabat, el- Kettanî Kütüphanesi, nr: 259/I Hicri XIII asır (115 varak).
b) Rabat, el- Kettanî Kütüphanesi, nr: 259/ II-III (193 varak–278 varak)124.
5- Zahiriyye nüshası
6- Dimaşk İslâmî Kütüphane nüshası
7- Haydarabâd nüshası
Sonuç
İslam’ın doğru anlaşılması hiç şüphesiz Rasûlullah (s.a.v.)’in söz ve davranışlarının doğru anlaşılıp yorumlanmasına bağlıdır. Bu bağlamda Sahabe’nin şanslı bir konuma sahip olduğu kesindir. Çünkü onlar sürekli Efendimiz (s.a.v.)’le birlikte oldukları için nasların amaç ve manalarını kolayca anlayabiliyorlardı. Ayrıca Sahabîler karşılaştıkları problemleri Hz. Peygamber’in yardımıyla çözüme kavuşturuyorlardı.
Sahabe’nin ardından yaşayan nesle, genel bir tanımla, Tâbiûn denilmiştir. Tâbiûn, Hz. Peygamber’in bıraktığı mirasa dayanarak, problemlerini çözüme kavuşturacak nesillerin ilkiydi. Bu yönüyle kendisinden sonraki dönemler ve dolayısıyla günümüzle de ortak bazı özellikleri bünyesinde taşıyan bir kuşaktır. İşte o dönemde yaşayan Abdurrazzâk b. Hemmâm, Sünnet’e bağlılığını yazdığı eserler ve rivayet ettiği hadislerle ortaya koymuştur. Onun, Rasûlullah (s.a.v.)’in hadislerini nasıl anladığına dair yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız Musannef’inden bir örnekle konuyu bağlamak istiyorum:
el-Musannef’de yer alan bir rivâyete göre Saîd b. el-Museyyib (ö. 94/113) sabah namazından sonra namaz kılan birini görmüş ve o kimseyi bu konuda ikaz etmiştir. Kötü bir şey yapmadığını düşünen adam, biraz da hayretle ’Allah kıldığım namazdan dolayı mı bana azap edecek?’ diye sorunca Saîd ’Hayır, ama sana Sünnet’e muhalefet ettiğinden dolayı azap eder’ demiştir.1 Görüldüğü gibi Saîd b. el-Museyyib bir adamı, kıldığı namaz nedeniyle, Sünnet’e muhalefet etmekle suçlamış ve bundan dolayı azap göreceğini de ifade etmiştir. Bu rivayetten de anlaşılacağı üzere Saîd, Sünnet kavramının kapsamını geniş tutmakta, yani Hz. Peygamber’in dışındaki bazı uygulama ya da davranışları da zaman zaman Sünnet diye nitelemektedir. O halde burada Saîd mutlak olarak kullandığı Sünnet kelimesi ile kimin sünnetini kastetmektedir? Musannef’te yer alan sonraki rivâyet buna açıklık getirmektedir. Saîd b. el-Museyyib fecrden sonra kılınan namazla ilgili Hz. Peygamber’den şöyle bir nakilde bulunmaktadır: ’(Sabah) ezandan sonra sabah namazının iki rekatından başka namaz yoktur.’2 Dolayısıyla Saîd’in buradaki Sünnet ifadesiyle, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetini kastettiği anlaşılmaktadır.

Yararlanılan Kaynaklar
Abdurrazzâk, Ebû Bekr b. Hemmâm es-San’ânî, el-Musannef, tahk. Habîburrahman el-A’zamî, Beyrut, ty.
Ali Akyüz, ’Abdurrezzak es-San’ânî’, DİA, TDV yay., İstanbul 1996.
Ali Akyüz, Abdurrazzâk ibn Hemmâm ve İki Sahifesi (Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 1986.
İsmail Cerrahoğlu, Abdurrezzak ibn Hemmâm ve Tefsiri, AÜİFD., XV, ss. 98-112, Ankara 1967.
Musa Çetin, Abdurrazzâk ve Hadisçiliği (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum 2000.
Harald Motzki, Hicri I. Asırdaki Sahih Hadislerin Kaynağı Olarak Abdurrazzâk es- San’ânî’nin Musannef’i, trc. Bekir Kuzudişli, Hadis Tetkikleri Dergisi, 2007.
Mirza Tokpınar, ’Musannef’, DİA, TDV Yay., İstanbul 2006.

Son notlar
1 Abdurrazzâk, Ebû Bekr b. Hemmâm es-San’ânî, el-Musannef, tahk. Habîburrahman el-A’zamî, Beyrut, ty, III, 52 (4755).
2 Abdurrazzâk, III, 53 (4756).

Bu makaleyi Celal Emanet “Özlenen Rehber” dergisinin 162. Sayısı (Ocak 2018) için yazmıştır.

Müslümanlık Nerede ?

Müslümanlık Nerede ?

Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile…
Âdem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir;
İstemem, dursun o payansız mefahir bir yana…
Gösterin ecdada az çok benzeyen kan bana!
Mehmet Akif ERSOY

’(Kâmil) mü’minleri, birbirlerine karşı merhametlerinde, sevgilerinde ve şefkatlerinde bir vücut misali görürsün. (O vücutta) bir uzuv hastalandığı zaman, vücudunun diğer (azalar)ı birbirlerini uykusuzluk ve ateşle onun (acısına ortak olmaya) çağırırlar.’1

İslam’ın güzellikleri kitaplardan ziyade Müslümanların davranış ve sözlerinde kendini gösterir. Hayata yansımayan değerlerin değeri fark edilmez. İman amelle ortaya çıkar. İnsanlar söz ve davranışlarına göre değerlendirilirler. İman-amel ilişkisini kelam ilmi açısından ele alacak değiliz. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de elli küsur yerde imanla amelin birlikte zikredilmesi bunların birbirlerinden ayrılmaz değerler olduğunu göstermektedir. Amelsiz iman meyvesiz, gölgesiz ağaç gibidir. Hayata aksetmeyen inanç ve düşüncelerin fert ve toplum açısından hiçbir değeri olmaz. Müslümanlar Kur’ân-ı Kerim’e göre en hayırlı ümmettir. İslam son din, Hz. Peygamber son peygamber, Kur’an son kitaptır. Her şeyin sonu, o ana kadarki bütün güzellikleri bünyesinde toplar. Durum bu olmakla birlikte acaba gerçek de böyle midir? İslam’ın hak din olduğunda hiç şüphe yoktur. Fakat asıl problem Müslümanların bugün İslam’ı temsil problemidir. Maalesef günümüzde İslam’ı yanlış anlayan ve yorumlayan Müslümanlar üzerinden sergilenmesi dinimiz açısından olduğu kadar insanlık açısından da bir talihsizliktir. İnsanlığın problemleri azaltmak için çare ve model aradığı bir dünyada Müslümanların aranan modeli ortaya koyamamaları kendileri açısından da son derece acıdır.

Müslümanlar dünyanın dört bir yanında zulme uğramakta ve işin en kötü tarafı birbirlerini öldürecek kadar şuurlarını yitirmiş vaziyettedirler. Bu yüzden özellikle barış ve huzur içinde yaşayan diğer ülkelerdeki Müslümanların, ağır imtihanlara maruz kalan bu insanlara güçlerinin yettiği ölçüde yardım etmeleri, herhangi bir yardımda bulunamayanın da en azından dua etmesi gereklidir.

Hadiste ’Her kim genel olarak Müslümanlarla ilgilenmez (onların dertleriyle dertlenmezse) onlardan değildir.’2 buyrulduğu gibi dünyanın öteki ucundaki bir Müslüman’ın derdi, bizim derdimiz demektir. Yiyecek, içecek, giyecek, barınacak, canını, malını savunacak vesileler ve başka ihtiyaçları için Müslümanlara yardım etmek, hem vazife hem de ahiret için kazançlı bir yatırımdır. Efendimiz (s.a.v.)’in Müslümanların imdadına yetişmeyle alakalı yüzlerce hadis vardır. Onlardan birkaçını burada zikretmek istiyorum. Bu hadisler vesilesiyle belki meselenin ehemmiyetini daha iyi kavrarız.
’Müslüman, müslümanın (din) kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (tehlikede, musibette) terk etmez. Her kim (din) kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını yerine getirir. Her kim bir müslümandan bir keder (ve sıkıntıy)ı giderirse, Allah da ondan kıyamet gününün keder (ve sıkıntı)larından bir kederi giderir. Her kim bir müslümanı(n aybını) örterse, Allah da kıyamet günü onu(n aybını) örter.’3

’Her kim (müslüman) kardeşinin ırzını (şerefini gıyabında) müdafaa ederse Allah da kıyamet günü onun yüzünü (veya zatını cehennem) ateş(in)den muhafaza eder.’4

’Her kim bir Müslüman’ı bir münafık(ın gıybet vb. karalamasın)dan korursa Allah da kıyamet günü onun etini cehen­nem ateşinden koruyacak bir melek gönderir.’5

(Rasûlullah’a): ’Yâ Rasûlallâh! İnsanların Allah’a en sevgili olanı kimdir?’ denildi. (Rasûlullah): ’İnsanlara en faydalı olanıdır. Muhakkak ki amellerin Allah’a en sevgili olanı, mümin(in kalbin)e soktuğun sevinç (yani onu sevindirmek)tir. (Bu ise şu şekilde olur: Ya) ondan şiddetli bir sıkıntıyı giderirsin. Veya ondan yana bir borcu(nu) ödersin. Ya da ondan bir açlığı giderirsin…’ buyurdu.6

İmam-ı Rabbanî Efendimiz Mektubât’ta buyuruyor ki: ’İşte bugün, her Müslüman, elinden gelen yardımı yapmayıp, İslâmiyet baskı altına düşerse, yardımı esirgeyen her Müslüman, ahirette mesul olur. Bunun için kuvvetim olmadığı hâlde, yardıma koşmaya özeniyorum. Güçlükleri yenerek, İslâm’a ufacık bir hizmet edebilmek yolunu arıyorum. ’İyilerin çoğalmasını isteyen de, onlardan sayılır’ buyruldu. Benim halim elindeki yün yumağıyla Yusuf’un satıldığı çarşıya gelip bununla onu satın almak isteyen kocakarının hali gibidir.’7

’Ey Seyyid! Bugün İslam çok garip bir durumdadır. Bu zamanda İslâm’ın güçlenmesi için harcanan bir kuruş bile binlerce altın vermiş gibi kıymetlidir. Bu büyük nimetle şereflenenlere ne mutlu!’8

Müslümanlar olarak büyüklerimizin bu nasihatlerinden kendimize ders çıkaralım ve hadiselere onların penceresinden bakarak tahlil etmenin yollarını araştıralım. Hem de hiç vakit kaybetmeksizin. Boşa geçen her saniyenin dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların aleyhine işlediğini unutmayalım. Zira İslâm ümmeti Osmanlı’nın yıkılışının ardından başsız kalmıştır. Bunu fırsat bilen Batılılar tüm fırsatları değerlendirmişler ve o topraklara yerleşerek tüm zenginliklere el koymayı bilmişlerdir. Gidemedikleri yerlere ise kendileri adına çalışacak başkan veya kral tayin etmişlerdir. Müslümanları beyin olarak o kadar uyuşturmuşlardır ki; günümüz Müslüman’ı bunun en güzel örneğini teşkil etmektedir. Zira bırakın bir imama, bir emîre sahip olmak, çoğumuz onun bilincinden bile mahrumuz.

Ümmet paramparça olmuş. İslâm dünyası çapında binlerce cemaat, hizip, fırka kendi başına buyruk, keyfe mâ yeşâ bildiğini okuyor. Ümmet içinde hiyerarşi diye bir şey kalmamış. Başlar ayak, ayaklar baş olmuş.

Din konusunda tartışmalar almış yürümüş. Müslümanların acınacak hallerini geçen senelerdeki Gazze savaşında açıkça gördük. Zalim İsrail’e arka çıkan, el altından onu destekleyen hain Arap rejimleri bile olmuştu. İşte o Arap rejimleri can çekişmekte ve diktatör liderleri bir bir gitmekteler ama gitmezden önce yapabilecekleri en büyük katliamları yapmaktalar.
Müslümanlar her yerde zillet, esaret altında. Suriye ve Irak’ta ölenler milyonlarla ifade edilmekte, evsiz, yurtsuz, öksüz ve yetim kalan kaç milyon insan olduğuna dair kimse bir şey bilmemektedir. Filistin, Gazze, Afganistan ve Pakistan işgal altında. Somali başta olmak üzere Afrika ülkelerinde özellikle çocuklar başta olmak üzere insanlar açlıktan ölmekteler. Maalesef Müslümanlar her yerde eziliyor, ıstıraplar içinde kıvranıyor, süründürülüyor, öldürülüyor…

Kur’an ve Sünnet’ten ayrıldıkları halde bu ayrılıklarının farkına varamayan veya varmak istemeyen Müslümanların halleri ne olacak? Halimizin fecaatini biliyor muyuz?

Dipnotlar

1. Buhârî, Edeb, 27.
2. Hâkim, el-Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 2002, Rikâk, h.no:7889, c. IV, s. 352.
3. Buhârî, Mezâlim, 3.
4. Tirmizî, el-Birru Ve’s-Sıla, 20.
5. Ebû Dâvûd, Edeb, 41.
6. İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Kadâu’l-Havâic, Müessesetu’l-Kutubi’s-Sekâfiyye,Beyrut 1993, h.no:36, s. 40.
7. İmam-ı Rabbanî, Mektubât, c. I, s. 47.
8. İmam-ı Rabbanî, Mektubât, c. I, s. 193.

“Müslümanlık Nerede ?” Makalesi Dr. Celal Emanet “Özlenen Rehber” Dergisinin 164. Sayısında (Temmuz 2018) yayımlanmıştır.

×