150 Haddon Ave, Haddon Township, NJ 08108, USA

Tag: celal emanet

Aslında Tasavvuf Öğretisi Nedir ? – 4

Aslında Tasavvuf Öğretisi Nedir ? – 4

Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkadir b. Ebî Sâlih Mûsâ Zengîdost el-Geylânî (ö. 561/1165-66). Kâdiriyye tarikatının kurucusudur.

Dinî ve Tasavvufî Düşünceleri

Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri’nin tasavvuf anlayışı, şeriata ve dinin zâhirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, her an Kur’an ve hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar. Ona göre bir zâhidin hayatında görülebilecek derunî haller dinî ölçülerin dışına taşmamalıdır. Müridlerine, “Tabi olun bidat yoluna sapmayın; itaat edin, muhalefet etmeyin, sabredin; sızlanmayın, günahtan temizlenin, kirlenmeyin, zikir halkasına toplanın ve Mevla’nızın kapısından ayrılmayın” şeklinde tavsiyelerde bulunurdu. Kur’an’ın telhin ve teganni ile değil, tertîl ve tecvid üzere okunmasını ister, aksine hareket etmeyi yasaklardı.

Abdülkadir-i Geylânî, Bağdat’a gittiği zaman mensup olduğu Şâfiî mezhebini bırakarak mizacına daha uygun gelen Hanbelî mezhebine girmiş, bununla birlikte hayatının sonuna kadar her iki mezhebe göre fetva vermiştir. Yaşadığı dönemde Hanbelîler’in imamı olmuş ve bundan dolayı kendisine “Muhyiddin” (dini ihya eden) unvanı verilmiştir. Abdülkadir-i Geylânî Hanbelî mezhebine sarsılmaz bir şekilde bağlıdır. Bütün eserlerinde, özellikle el-Gunye’de bu mezhebe bağlılığı açıkça görülür. O, amel ve itikatta Ahmed b. Hanbel’i hararetli bir şekilde savunur. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin Hanbelî mezhebine bağlı olması, başta İbn Teymiyye olmak üzere pek çok tasavvuf tenkitçisinin takdirini kazanmasına sebep olmuştur. İbn Teymiyye, onun Cüneyd-i Bağdâdî ve Haris el-Muhâsibî gibi şer‘î hükümlere hassasiyetle bağlı, büyük ve saygı değer bir şeyh olduğunu söyler; hatta İbn Akil’in hücumuna uğrayan şeyhi Debbâs’ı da savunur. Kerametlerinin doğruluğuna inanır, hatta bunların tevatürle sabit olduğunu söyler. İzzeddin b. Abdüsselâm da bu konuda aynı fikirdedir. Meşhur Hanbelî âlimi İbn Kudâme 1166’da Bağdat’a geldiği zaman Abdülkadir-i Geylânî ile görüşerek ona hayran olmuş, meziyetlerini öve öve bitirememiştir. İmam Nevevî, Suyûtî ve İbn Hacer gibi âlimler de onu takdir edenlerdendir. İbn Arabî tarafından da “kutub” ve “insan-ı kamil” olarak tavsif edilmiştir.

Cihad ve Mücadele Ruhu

Abdülkadir-i Geylânî, İslamî hilafetin, ruhunu ve peygamberlik emanetini yitirdiği, saltanat haline getirildiği bir dönemde o makamın yapması gereken işleri diğer Rabbanî alimler gibi bir vazife olarak kabullendi. Davet ve sohbetleriyle insanlar, İslamî ahidlerini yenilediler. İslam’ı atadan kalma bir miras gibi âdet yerini bulsun diye kabullenenler şuurlandılar. Onun ders halkalarındaki talim ve terbiyelerle İslam’ın tadını, imanın lezzetini herkes tattı. İnsanları nefsanî arzuların kölesi ve başkalarına kul olmaktan kurtardı.

Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri’nin 91 yıllık hayatının yetmiş üç yılı Bağdat’da geçti. Bu dönemde Abbasi halifelerinden beş tanesinin hilafetine şahit oldu. Bütün ömrünü halkı irşadla tüketti. Hak uğrunda kuvvetli bir mücadele verdi. Her daim şirk ve bid’atlerle şavaştı. Cehalet kaynaklı cahiliye adetleri ve nifakla mücadele etti. Halife ve idarecilerin yanlışlarına hiçbir zaman göz yummaz, onları tenkid etmekten geri kalmazdı. Onun hayatından sadece bir misal vererek konuyu bağlamak istiyorum. (HİÇ ÜMİDİM YOK AMA) belki bu örnekten hareketle kendilerini Kadiri ve benzeri tarikatlara nisbet ettikleri halde mevcut batıl sistemlerin demokrasi, laiklik ve parlemantonun taşeronluğunu yapanlar bir ders çıkarırlar:

Halife Muktezi Li-emrillah, Ebû’l-Vefa’nın yerine İbn Muzhim el-Mezâlim diye meşhur olan Yahya b. Said b. Yahya b. el-Muzaffer’i kadı tayin edince Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri halifenin de hazır olduğu bir mecliste minbere çıkarak şunları söyledi: “Müslümanların başına zalimlerin en büyüğünü kadı olarak tayin eden sen, yarın merhametlilerin en merhametlisi önünde nasıl hesap vereceksin” Bunun üzerine halife titreyip ağlamaya başladı ve o an yeni tayin ettiği kadıyı vazifesinden aldı. Sultanların peşinden ayrılmayan onlara yaltaklanmak suretiyle zulümlerine ortak olan resmî ulemanın durumlarına şiddetle karşı çıkarak onlara şöyle diyordu: “Siz neredesiniz gerçek alimler nerede! Ey ilim ve amel hainleri! Ey Allah ve Rasûlü’nün düşmanları! Ey Allah kullarının yol kesicileri! Siz açıkça zulüm ve nifak içerisindesiniz. Bu nifak ne zamana kadar devam edecek. Ey alim ve zahid geçinenler! İdareciler ve sultanlardan dünya metaını zevk ve lezzetini alıncaya kadar mı onlara münafıklık yapacaksınız. Siz ve asrımızın birçok idarecileri, Allah’ın malında ve kullarına verdiği nimetlerde ihanet içerisindesiniz… Ey Allahım! Ya münafıkların şehvetini kır onları ıslah eyle veya yer yüzünü onlardan temizle…”

Menfaatleri veya korktukları için çevresindeki her türlü zulme, adaletsizliğe, yolsuzluk ve ahlaksızlıklara karşı Görmedim, duymadım, söylemedim formunda üç maymunu oynayan başta (satılmış) alim taifesi ve onların takipçileri gurur duyup anlattıkları Abdülkadir-i Geylanî başta olmak üzere büyüklerimizin hayatlarından ders çıkartabilmeleri duasıyla…

Unutmayalım ki, ilk dönem sufiye taifesi insanları kendilerine değil, Allah’a davet etmekteydiler ve onların yalnızca Allah’a kul olabilmeleri için rehberlik yapıyorlardı.

YAZIMIZ DEVAM EDECEKTİR…

NOT: Erken dönemde ulema ve sufiye tabakası tasavvufu nasıl tanımlayıp anladığına dair kısa bir yazı dizisi yazmamdaki en önemli sebeb günümüzde bu yolların sahtekarlarının her geçen artması ve Müslümanların duygularını suiistimal etmeleridir. Bu yollara müracaat eden kardeşlerim yazı dizisinde anlatılanları okudukları takdirde en azından mensubu oldukları tarikatların hak üzere mi yoksa batıl üzere mi olduğuna dair bir fikir edineceklerini düşünüyorum. Amacım birilerini iğnelemek veya kurdukları düzenlerine çomak sokmak değildir.

Aslında Tasavvuf Öğretisi Nedir ? –  3

Aslında Tasavvuf Öğretisi Nedir ? – 3

Tasavvuf Tarihinin Dönemleri

Tasavvuf düşüncesinin tarihi seyri hakkında pek çok tasnif yapılmıştır. Bunlardan bir tanesi şöyledir:

I. Zühd Dönemi: Hicri I ve II. asırlardır ki; sahabeden başlayarak Şakîk el-Belhî

(ö. 194/809)’ye kadar olan dönemi kapsar. Tasavvufun henüz isim olarak teşekkül etmemiş olduğu bir zamanı kapsamaktadır. Bu dönemde uygulamada Kur’ân’a ve sünnete bağlılığın üst düzeyde olmasından dolayı zühd hayatı ile ilgili konular üzerinde yoğun tartışmalar henüz başlamamıştır. Bu zaman zarfında ortaya çıkan kavramların hemen hepsi Kur’ân ve sünnette yer alan ve hemen her Müslüman tarafından kolaylıkla anlaşılabilen kavramlardır. Nitekim bu dönemde sembolik anlatımlardan ziyâde, yalın ve sade bir dil kullanılmış, tasavvufun hakikat boyutundan çok şeriata vurgu yapılmıştır. Zühd dönemi olarak adlandırılan bu ilk dönemde tasavvuf kavramları henüz ıstılâhî mânâlarını kazanmamıştır. Bu asırlarda ve kaleme alınan zühde dair eserler Hz. Peygamber (sav), sahabe, tabiin ve bir kısım zahidlerin ibadet, ihlas, tevekkül, kanaat, tevazu gibi konularla ilgili sözlerini ihtiva etmekte ve bu sözler rivayet zinciriyle birlikte kaydedilmektedir. Bu usul, ileriki dönemlerde yazılan tabakat ve menâkıb türü kitaplarda da uygulanmıştır.

II. Tasavvuf Dönemi: Hicri III ve V. asırları içine alan dönemdir. Genellikle 200/815 yılında

vefat eden Ma’rûf el-Kerhî (ö. 200) ile başlatılır, Abdülkadir Geylânî (ö. 561/1166) ve Ahmed Yesevî (ö. 561/1166)’ye kadar devam eder. Bu dönem belki de sûfi hareket dönemlerinin en canlısı ve hareketlisidir. Bu dönemde tasavvuf kavramları ıstılâhî anlamını kazanmış ve yalnızca ehlinin anlayabileceği terimler olarak kullanılır hale gelmiştir. Tasavvuf bir ilim dalı olarak teşekkül etmiş, ilk ve temel eserler kaleme alınmış ve kavramlar tespit edilmiştir. Zühd dönemindeki ahlâk ağırlıklı eğitim, yerini hakikat meselelerinin belirgin ve baskın hale geldiği bir terbiyeye bırakmıştır. Ayrıca Kur’ân’ın zâhir anlamının yanında işârî anlamına dair yorumların yapılmaya başlanılması da bu döneme tekabül etmektedir. Zâhir alimleri ile en şiddetli münakaşalar yapılmış, ilk tasavvuf şehidi verilmiş ve nihayet tasavvuf, ehl-i sünnet inancı ile mezcedilerek toplumun her kesimine, İslam dünyasının her tarafına bu dönemde yayılmıştır.

Hicrî III. asır tasavvufun temel meselelerine dair kaleme eserler ilk kaynakları oluşturduğu için bunlarda bibliyografya zikredilmez. IV. asırdan itibaren tasavvuf ilmine ve sufî tabakâtına dair kitaplarda çoğunlukla önceki mutasavvıflardan nakiller yapılır. Bu mutasavvıfların bir kısmı eser sahibi olup kaydedilen bilgilerin önemli bir bunlardan alındığı halde isimleri verilmez. Nitekim Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kutû’l-Kulûb’u, Muhammed b. Hüseyin es-Sülemi’nin Tabakâtu’s-Sûfiyye’si ve Abdülkerim el-Kuşeyrî’nin er-Risale’sinde istifade edilen kaynaklar belirtilmemiştir.

III. Tarikatlar Dönemi: Hicri VI. asrın ortalarında başlar ve tasavvufta felsefî yaklaşımların

hâkim olmaya başladığı bir dönemdir. Tasavvufun hicri VI. asırdan itibaren ameli bakımdan gelişmesi nazari bakımdan gelişmesine denktir. Bu dönemde kavramların mânâlarında bazı değişimlerin olduğu, bu bağlamda önceki dönemlerden farklı olarak ilâhî aşk ve vahdet-i vücûd merkezli kavramların yaygınlaşmaya başladığı, önceki dönemlerdeki bazı kavramlara ise yeni anlamlar yüklendiği görülmektedir.

Hicri III. Asrın ilk yarısında kurulan ana tarikatlara bağlı olarak belli bir şeyh etrafında toplanmalar ve intisaplar süratle yaygınlaşmıştır. Türklerin İslamlaşması faaliyetleriyle birlikte özellikle Anadolu’da tarikatlar yaygınlaşmıştı. Moğol istilası nedeniyle Orta Asya’dan kaçan sufilerin Anadolu Selçuklularına sığınması ve çeşitli siyasi olaylar sebebiyle sufiler devlet tarafından da desteklenince tekke ve zaviyelerin fütüvvet teşkilatları kurulmuş, türbeler yapılmıştır. Bu dönemde yetişen ve ilk tarikat kurucusu olan Türkistan bölgesinden Hoca Ahmet Yesevî (ö. 562)’den başka Hacı Bektâş-ı Velî (ö. 669), Mevlâna Celaleddin-i Rûmî (ö. 672), Muhyiddin İbn Arabî (ö. 638), Sadrettin Konevî (ö. 673), Evhauddin Kirmânî (ö. 635), Necmeddin-i Dâye (ö. 654) ve Abdülkadir Geylânî (ö. 561) gibi ünlü sufilerin yetiştiği hicri VI ve VII. asırlar tasavvufun altın çağı olmuştur.

YAZIMIZ DEVAM EDECEKTİR…

NOT: Erken dönemde ulema ve sufiye tabakası tasavvufu nasıl tanımlayıp anladığına dair kısa bir yazı dizisi yazmamdaki en önemli sebeb günümüzde bu yolların sahtekarlarının her geçen artması ve müslümanların duygularını suistimal etmeleridir. Bu yollara müracat eden kardeşlerim yazı dizisinde anlatılanları okudukları takdirde en azından mensubu oldukları tarikatların hak üzere mi yoksa batıl üzere mi olduğuna dair bir fikir edineceklerini düşünüyorum. Amacım birilerini iğnelemek veya kurdukları düzenlerine çomak sokmak değildir. Herkes Allah’a hesabını verecektir. Yazı dizisini bitirdiğimde makalenin kaynakçasıyla beraber pdf formatında yazının tamamı yayınlanacaktır.

Aslında Tasavvuf Öğretisi Nedir ? -2

Aslında Tasavvuf Öğretisi Nedir ? -2

Tasavvufun İslamî Kaynakları

Tasavvufun ne olduğu hakkında birçok sözler söylenmiş ve iki binden fazla tanım yaplmışsa da Muhyiddin İbnu’l-Arabi bütün bu tanımları, Fütuhat’ında, “Tasavvuf, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmaktır” diyerek en iyi ve kısa şekliyle özetlemiştir. Bu tanım ve yukarıda yapılan tanımların tümünden çıkan sonuca göre de tasavvuf, nefsi tezkiye ve ahlakı tasfiyedir. Esasta, Peygamberlerden ve onların getirdikleri kutsal kitaplardan maksatta bundan başka değildir. Hele Peygamberimiz (sav); “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurarak bu gerçeği açıkça ifadelendirmiştir. Kur’an’da şu ayetlere rastlıyoruz: “Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur.” “Elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur. Onu kirletip gömen de ziyan etmiştir.”

Bu ve buna benzer pek çok ayetler bize gösteriyor ki tasavvuf, İslam demektir, şeriat demektir, saadet ilmi demektir. Ancak, bu öyle bir saadet ilmi ki dış ve iç hallerimizi geliştirip güzelleştirerek bizi her şeyin üstünde ebedi saadete ulaştırmak ister. Bunun için de nefs tezkiyesi ve ahlak tasfiyesini şart koşarak Peygamber yolunda gider. Nitekim ünlü mutasavvıf Şahabeddin Sühreverdî de nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesinin bizzat Rasûlullah (sav)’in öğretilerinden başka bir şey olmadığını, şeriatı anlamağa ve anlatmaya yarayan tefsir, hadis, fıkıh, feraiz ilmi, kelam ilmi, maani ve beyan, lugat, nahiv… gibi ilimlerin tasavvufa karşı olmayıp, tersine, tasavvufun öncülleri ve bu yolun başlangıçları bulunduğunu ileri sürer, hilkâtin aslını da Hz. Peygamber’e (sav) dayandırır. Onun hayatındaki manevi yönünü kabul ediyorsak onun uzantısı olan tasavvufu da İslam’ın dışında görmemiz mümkün değildir. Onun hayatını mercek altına aldığımızda maneviyatla dopdolu olduğunu görürüz.

Hz. Peygamber (sav)’in Allah’la ilişkisinin yansıdığı namaz ibadetinde Onun Cenabı Hakka olan saygısının, sevgisinin, Onunla beraber olmaktan kaynaklanan huşu duygusunun derinliğini görmek mümkündür. Rasulullah (sav) Efendimizin insanlarla ilişkilerindeki içtenlik, ibadetlerindeki huşu duygusu, dünyaya bakışındaki ölçü, yani zühd ve takvası tasavvufun doğuşunda etkili olmuştur. Ayrıca Emevi devletindeki toprakların genişlemesi ve refah seviyesinin yükselmesi sonucu insanların lükse dalmaları ve ahireti unutmaları, Hz. Peygamberin (sav) hayatını bilenlerin bu durumu protesto etmelerine neden olmuş ve bu da tasavvufun doğmasına etkileyen sebeplerden biri olmuştur. Kısaca tasavvuf Rasulullah (sav)’in hayatını ve manevi yönünü örnek alma isteklerinden doğmuştur.

Tasavvuf, her seviyeden insanın iç âlemini güzelleştirmek, kalbini ve ruhunu kötü duygulardan temizlemek, iradeyi kuvvetlendirerek onlara yüksek bir ahlaki, hayat yaşatmayı hedef edinmiştir. O halde mutasavvıfların başı Hz. Peygamber (sav)’dir. Tasavvuf yolu da onun Sünnet’inden başka bir şey değildir. Özellikle Abdullah b. Mübârek’in (ö. 181/797) Kitabu’z-Zühd ile Ebû Nasr Serrâc’ın (ö. 378/988) Kitabu’l-Lüma’ adlı eserleri bize bu yolun akidelerini açıklamaktadırlar. Bu yolun ulularının başında da Hz. Ebû Bekir (ra) bulunur. Hz. Ebû Bekir’in (ra) en büyük özelliği ‘ilham ve firaset’, Hz. Ömer’in ‘şehvetleri terk ve Hakk’a yapışmak’, Hz. Osman’ın ‘temkin, sebat ve istikamet’ idi. Hz. Ali ise tasavvuf ilminin pîri sayılır. Kendisine ledün ilminin büyük bir kısmının verildiğine inanılır. Bu ilmin Hızır (as)’a da verilmiş olduğu ve onun kendisini Hz. Musa (as)’dan üstün görmesi sebebiyle bazı kimselerce de velayetin nübüvvetten üstün sayıldığı söylenir. Ledün ilmi sahibi Hz. Ali’nin (ra) tevhid, ma’rifet, iman ve ilimde de kâmil olduğu herkesçe kabul edilmiştir.

Tasavvuf İlminin Özellikleri

Dinin tamamı edepten ibarettir. Tasavvuf ise baştanbaşa edep öğretimidir. Yani tasavvuf, edepten ibaret olan dinin tüm güzel yönlerini kişiye edeple öğreten bir ilim dalıdır. Tasavvuf, Peygamber (sav)’in: “Üsve-i Hasene” şahsında temeli kulluğa dayanan bir yoldur. Tasavvufun gayesi, “maddenin aşılması”dır. Fakat bu aşma, maddeyi tamamen terk etmek anlamına değil; “Dünyaya rağbet etme ki Allah seni sevsin! Ve insanların ellerinde bulunan (nimetler)den yüz çevir ki insanlar seni sevsin!” hadis-i şerifi mucibince gönülde Allah’tan gayrisini bırakmama anlamınadır. İşte insan eğitiminde baz alınması gereken temel nokta da tam olarak burasıdır. Allah’ı bilmek (mârifetullah), yalnız O’nu sevmek (hubbullah/muhabbetullah), yalnız O’ndan yardım istemek (iyyâke na’budu) ve sanki görüyormuş gibi (ihsan) kulluğu yalnızca O’na tahsis etmek…

Tasavvuf felsefe ve mantık gibi tamamen akla dayanan aklî bir ilim değildir. Akıldan ziyade kalbe dayanmaktadır. Bu yolun kendisine göre kuralları vardır. Tasavvufta, din sadece kurallar ve kaideler manzumesi olarak görülmez. Kalbin derinliklerine inip onu tezkiye ve terbiye ederek manevi hayatı maddi hayata üstün kılmak tasavvufun gayesi olmuştur. Aslında tasavvuf İslam dışı bir hareket değildir. Bu minval üzere bakıldığında görüleceği üzere İslam, dış dünyaya âlimler, tüccarlar, mücahidlerin yanısıra sufiler vasıtasıyla yayılmıştır. Tasavvuf ekolleri, İslam’ı nasıl yaydılar ise, aynı şekilde, onu koruma görevini de üstlenmişlerdir. İslam’da bidatları red, itikatta saflığı koruma, yeniden diriliş, öze dönüş, sünnete sıkı bağlanış, Hz. Peygamber’e ve Kur’ân’a saygılı olmak gibi konular üzerinde durmuşlardır. Özellikle erken dönem sufiler Rasûlullah’ın (sav) güzel ahlaklarını hayata geçirme ve nefsin kötülüklerinden uzak durma hususunda azami gayret göstermişlerdir.

Başlangıç olarak Rasulullah’ın (sav) zühd ve takva hayatından kaynağını alan tasavvuf ilmi, gerek Sahabe ve gerekse sonraki asırlarda, özellikle hicri II./III. asırlardan itibaren bir ilim dalı olarak şekillenmiştir. Daha sonra tasavvuf ilmi, ‘Mutasavvıf’ adı verilen gönül dostları tarafından belli kuralları ve yöntemleri olan bir disiplin haline gelmiştir. Halk arasında ‘derviş, ermiş’ olarak bilinen veli kullar aracılığıyla da kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü Allah’a kulluğun farz, helal ve haram gibi sınırları olmakla birlikte; bu sınırların bilinmesi, öğrenilmesi ve belli bir edep dâhilinde amel edilmesi noktasında bir eğiticiye ihtiyaç duyulmaktadır. Diğer İslam büyükleri gibi mutasavvıflar dahi, toplumda bu görevi üstlenmişler ve maddî bir karşılık beklemeden sırf Allah rızasını gözeterek insana lazım olan “edeple kulluk eğitimi” için gayret göstermişlerdir. Müslüman halklar da bunlara sahip çıkmış; ibadet, eğitim, öğretim, dayanışma ve yardımlaşma gibi insanı ilgilendiren pek çok hususta rehber edinmiştir.

Tasavvuf, Hz. Peygamber’in (sav) manevi otoritesinin terbiye, irşad, davet ve tebliğ adıyla devam eden müesseseleşmiş şeklidir. Kelime olarak tasavvuf, Kur’an ayetlerinde ve hadislerde geçmez. Ancak müessese olarak İslam’ın özünde var olan bir ilim ve eğitim kurumudur. Diğer İslamî ilimler gibi Hicri II. asırda tedvin edilmeye başlamıştır.

Mutasavvıfların tasavvufu tarif ederken kullandıkları ifadeler ile tasavvuf kavramlarının ekserisi Kur’an ve Sünnet kaynaklıdır. Bu yüzden tasavvuf tariflerinin mesnedinin Kur’an ve Sünnet olarak gösterilmesi, tasavvufun kaynağını da ortaya koymaktadır. Bir ilim dalı olarak konusu, gayesi ve metodu açısından diğer ilimlerden ayrılır. Başlıca özellikleri şunlardır:

a) Tasavvuf; tatmak ve yaşamakla, manevî tecrübe ile anlaşılan bir hâl ilmidir. Manevî

tecrübelerin söz ile anlatılması mümkün olmadığından “Men lem yezug, bilmez yazık” yani “tatmayan bilmez” denilmiştir.

b) Tasavvuf bilgisinin konusu marifetullah’tır: İhsan mertebesinde (Allah’ı görüyormuş gibi)

kulluktur.

c) Tasavvuf, tatbikî bir ilim olduğundan mürşit ya da şeyh denilen üstatlar nezdinde ve onun

terbiyesinde öğrenilir.

d) Mürşid ya da şeyh denilen zatın Rasulullah’a (sav) ulaşan kesiksiz bir silsileye sahip

olması gerekir: Zira tasavvuf Peygamberimizin (sav) manevî otoritesini devam ettiren bir ilimdir.

e) Tasavvuf, kitabî bir ilim değildir: Yani bir kimse tasavvufa dair eserler okuyarak sûfî veya

şeyh olamaz. Yoksa bu, kitap okuyarak doktor olmaya benzer.

f) Tasavvuf, “mâ verâe’l-akl” bir ilimdir: Felsefe ve mantık gibi sadece akla dayalı bir ilim

değil; akıl üstü, kalp ve vicdan ilmidir.

g) Tasavvufa “tarikat” denilen ve Allah’a götüren özel yollarla girilir: Bu yollar pek çoktur.

Temelde ise hak ve batıl olma durumlarına göre ikiye ayrılırlar.

Tasavvuf, İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin Mektubat isimli eserinde de belirttiği gibi şeriatın dışına çıkamaz. Bu yönüyle tasavvuf, İslam’ın kendi öz malı ve onun kopmaz bir parçası ve aynı zamanda bütünleyicisidir. Tasavvuf, mü’minin terbiye, tezkiye ile toplumsal hayata problemsiz, sıkıntısız kazandırılmasıdır. Nasıl ki, İslam’ın fıkıh, itikad, tefsir, siyer ilimlerinde derinleşmiş alimlerimiz varsa, tasavvuf alimlerimiz de İslam’ın ahlâk boyutunu üstlenmişlerdir. Tasavvufta çeşitli konular ve bablar vardır. Tarikat boyutunda zikir, onlarca babdan birisidir. Kardeşlerimiz tasavvufçuları salt zikir halkalarında zikreder, başka hiçbir şey bilmez gibi yanlış değerlendirmemelidirler. Tabii bundan evvel, tasavvuf; insan-kâinat ilişkisini dengelemede, onu vasat bir noktaya çekmede en önemli bir vasıtadır.

Tasavvuf, insanları, kötü olan hayvani ahlâklardan, mâsivâlardan yükseltip, melekî bir ahlâka sâhip kılan bir olgudur. Kısaca güzel ahlâkı tamamlayıp olgunlaşmaya denir. Tasavvufun mevzuu; insanın kalbi ve rûhî hayat seviyesine çıkarılmasıdır. Tasavvufun faidesi ise; insanın melekî yanlarının inkişaf ettirilmesidir. Bu şekilde îmân keşfedilerek daha içten duyulup yaşanmaktadır. Esası ise ibadet ve taate devam etmektir. Tasavvuf Allah‟ı tanımaktır. Nefsin tezkiyesi ve ahlâkın yüceltilmesi tasavvuf ile mümkündür. Bu yüzden bazı mutasavvıflar tasavvufun konusunu tahalluk ve tahakkuk olarak ifade etmişlerdir. Tahalluk; İslam ahlâkını öğretmek, tahakkuk ise; bunu gerçekleştirerek ahlâki yükseliş̧ ile bazı tahkiki bilgilere ulaşmaktır.

Tasavvuf ile tevhîd arasındaki ilişki ise; tasavvufun insanın bâtıl olan istek ve arzûlarını, kötü ahlâklarını Rasulullah’ın (sav) ahlâkıyla değiştiren, ahlâken tekâmül ettirip insanlar sınıfına sokan bir yol olmasıdır. Nitekim bir ayette; “Hevâ ve hevesini ilâh edinmiş…” olan insanların ancak tek kurtuluş yolu olan tevhîdle ve tasavvuf yoluyla kurtulabileceklerine işaret edilmektedir. Tasavvuf ruh, nefis, manevi makamlar ve hallerle ilgili olduğu için; aşk, sevgi, istiğfar, nefret, kinve benzeri duyglar da tasavvufun konusu olarak görülmektedir. Tasavvuf bir kalp ilmidir. Sûfilere bu yüzden gönül ehli denilmiştir. Tasavvufi düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır. Allah korkusu, Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde üzerinde çokça durulan bir konudur. Günah işleyenlerin ve başkalarına haksızlık edenlerin Allah’ın gazabından korkmaları gerekmektedir. Kişi insanlardan değil, Allah’tan korkarak günah işlememeli, kötülük ve haksızlık etmemelidir. Gizli-açık işlenen her kötülüğü bilen Allah Teâlâ’nın işlenen kötülükleri cezasız bırakmayacağına, er veya geç bunun hesabını soracağına inanmalı, dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınırken Allah’tan başka hiçbir kimseden korkmamalıdır.

Genel olarak tasavvuf bazı Peygamberlerin güzel haslet ve adetine dayandırılmıştır ki o hasletler şunlardır:

I. Hz. İbrahim’in kerem ve sahaveti

II. Hz. İshak’ın kaza ve kadere rızası

III. Hz. Eyub’un sabrı

IV. Hz. Zekeriyya’nın münaeaatı

V. Hz. Yahya’nın garipliği

VI. Hz. Musa’nın suf hırka giyişi

VII. Hz. İsa’nın seyahatı ve tecerrüdü

VIII. Hz. Muhammed’in fakrı.

YAZIMIZ DEVAM EDECEKTİR…

NOT: Erken dönemde ulema ve sufiye tabakası tasavvufu nasıl tanımlayıp anladığına dair kısa bir yazı dizisi yazmamdaki en önemli sebeb günümüzde bu yolların sahtekarlarının her geçen artması ve müslümanların duygularını suistimal etmeleridir. Bu yollara müracat eden kardeşlerim yazı dizisinde anlatılanları okudukları takdirde en azından mensubu oldukları tarikatların hak üzere mi yoksa batıl üzere mi olduğuna dair bir fikir edineceklerini düşünüyorum. Amacım birilerini iğnelemek veya kurdukları düzenlerine çomak sokmak değildir. Herkes Allah’a hesabını verecektir. Yazı dizisini bitirdiğimde makalenin kaynakçasıyla beraber pdf formatında yazının tamamı yayınlanacaktır.

Aslında Tasavvuf Öğretisi Nedir ?

Aslında Tasavvuf Öğretisi Nedir ?

Erken Dönem İslam Dünyasında Nasıl Tanınmaktaydı ?

Günümüzde Tasavvufun Ne Olmadığını Anlamak İsteyenlere Okunası Bir Yazı Dizisi

Hamd âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahim olan Allah Tealâ hazretlerine, salât u selâm da kitap ve hikmetle gönderilen Muhammed Mustafa (sav) Efendimize onun kutlu ailesine ve seçkin ashabına olsun.

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” kavlince insanoğlunun yaratıış gayesi yaratanına karşı kulluk vazifesini bihakkın yerine getrimesidir. Yapılacak ibadetler, ibadet edilenin bilinmesine bağlı olduğu için tasavvuf ehli bu ayetteki “ibadet etsinler” ibaresini, “tanısınlar, bilsinler” şeklinde anlamayı tercih etmişlerdir. İbadet veya kulluk her şeyimizle Cenab-ı Hakk’ın mülkünde bulunmamızın şuuru içinde tam bir teslimiyeti ve itaati gerektiriyor. Nefsin, şeytanın, dünyanın bütün aldatıcılığına rağmen Allah Tealâ’dan gafil olmamakla, O’nun her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilmekle ulaşılabiliyor bu mertebeye. Bu sebeple büyükler, “Allah’ı Rabb olarak göremeyen, hakkıyla kul olamaz” sözüyle bu durumu veciz bir şekilde ifade etmişlerdir.

Ne zaman sona ereceğini bilemediğimiz şu dünya yolculuğunda sırat-ı müstakim üzere olmak, Allah Tealâ’yı bilmeye, her an O’nun zikrinde bulunmaya bunun gerçekleşmesi için de Rasûlullah (s.a.s.) Efendimizin sünnetlerini adım adım takip etmeye bağlı. Bu şekilde yaşamak tabi ki kolay değil, çünkü bu durum insanoğlu için bir imtihan aynı zamanda. Nefsin hevasına kapılmak var, şeytanın adımlarına uymak var, masivaya takılmak var, unutmak var, şaşırmak var. Yoldaki tehlikelerden sağ sağlim kurtulabilmek ancak yol bilenlerin rehberliğinde olacaktır. Bundan dolayı Kur’an ve Sünnet’in ışığında insanlara yol gösteren mürşid-i kâmilleri, peygamberlerin vârisi alimleri, Allah dostlarını bulmak elzemdir.

Tasavvuf nedir, nasıl tanımlanır?

Tasavvuf, Arapça’da yün giymek, saf olmak, ilk safta bulunmak, suffa ashabı gibi yaşamak anlamına gelen bir kelimedir. Kelâbâzî (ö. 380/990), sûfîlere ait adlandırmaların hepsinin suffa ehlinin hâlleri olduğu söyler. Onlar da garib, fakir ve muhacir idiler. Mal ve memleketlerini terke mecbur edilmişlerdi. Açlıktan yerlerde sürünürlerdi. Onları gören bedeviler, kendilerini deli sanırdı. Yün elbise giyinirlerdi. Terledikleri zaman elbiselerinden, yağmur altında kalan koyunlardan çıkan koku gibi bir koku çıkardı.

Tasavvuf ruh, nefis, manevi makamlar ve halerle ilgili olduğu için; aşk, sevgi, istiğfar, nefret, kin ve benzeri duygular da tasavvufun konusu olarak görülmektedir. Tasavvuf bir kalp ilmidir. Sûfilere bu yüzden gönül ehli denilmiştir. Tasavvufi düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır. Allah korkusu, Kurân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde üzerinde çokça durulan bir konudur. Günah işleyenlerin ve başkalarına haksızlık edenlerin Allah’ın gazabından korkmaları gerekmektedir. Kişi insanlardan değil, Allah’tan korkarak günah işlememeli, kötülük ve haksızlık etmemelidir. Gizli-açık işlenen her kötülüğü bilen Allah Teâlâ‟nın işlenen kötülükleri cezasız bırakmayacağına, er veya geç bunun hesabını soracağına inanmalı, dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınırken Allah’tan başka hiçbir kimseden korkmamalıdır.

Toplum hayatında etkili olan tasavvuf ne demektir, ne anlama gelmektedir?

Tasavvuf hakkında Kitap ve Sünnet’e dayalı pek çok deliller de getirilerek, “zühddür, güzel ahlâktır, kalp temizliğidir, nefis ile mücadeledir, Kitap ve Sünnet’e sarılmaktır, edebe riayet etmektir, Allah’a teslim olmaktır, kulluktur vb.” tanımlar yapılmıştır. Geçen ifadelerden de anlaşılacağı üzere tasavvuf, “Peygamberimiz (sav)’in şahsında temeli kulluğa dayanan bir yol” olarak ortaya çıkmıştır. Tasavvuf kelimesinin hangi kökten geldiği konusunda olduğu gibi, tasavvufun tarifi konusunda da belli bir görüş birliği yoktur. Tasavvufi yaşantının kişiye özel oluşu sebebiyle şahsi tecrübe ve tespitlerin çok fazla olduğu farklı alanlardır. Her mutasavvıf, tasavvufu yaşadığı manevî tecrübelere ve bulunduğu makamlara göre tanımlamaktadır.

Şimdi bazı mutasavvıfların tasavvufu nasıl tanımladıklarına bakalım:

Ebû Huseyn en-Nûrî (öl. 295/907): “Tasavvuf hürriyettir. (Yani mâsivadan kurtulmak, madde sevgisini terk etmek, maddî bir değere karşı hür olmaktır.) Cömertliktir. (Can dâhil her şeyi ortaya koymak ve kardeşlerini kendine tercih etmek, iyilikte bulunmak, başkalarına sıkıntı vermekten kurtulmaktır.) Şekil değil, ahlâktır.”

Cüneyd-i Bağdâdî (öl. 297/909): “Tasavvuf, bütün Müslümanlara halis nasihat, kullukta ihlâslı olmak, dinde Hz. Rasûlullah’a (sav) uymaktır. Tasavvuf, barışı olmayan bir savaştır.”

Mimşâd Dineverî (öl. 299/911): “Tasavvuf, sırların saflaşmasıdır ve Allah’ın razı olacağı ölçüde amelde bulunmaktır.”

Ebû Bekr Kattânî (öl. 322/934): “Tasavvuf, ahlâktır. Bir tasfiye ameliyesidir, temizliktir. Kovsalar bile sevgilinin kapısından ayrılmamaktır. Kim ahlâkî açıdan senden üstünse; o, durulukta da senden üstündür.”

Ebû Saîd b. Ebi’l-Hayr (öl. 340/951): “Tasavvuf, gönülde olan her şeyi boşaltmak, mâsivâdan ayrılmak, elinde olan her şeyle ilgili olarak cömert davranmak, başına gelen şeyler hakkında sabırlı olmaktır.”

Semnûn el-Muhîb (öl. 320/932): “Tasavvuf, senin bir şeye sahip olmaman, bir şeyin de sana sahip olmamasıdır.”

Amr b. Osman el-Mekkî (öl. 291/903): “Tasavvuf, kulun her vakitte o vakte uygun düşen ameliyelerde bulunmasıdır. (Yani zamanı iyi değerlendirmektir. Bu anlamda sûfîlere ibnu’l-vakt (vaktin oğlu) da denir.)”

Ebû Ali Ruzbârî (öl. 322/933): “Tasavvuf, uzaklık kirlerinden sonraki yakınlık temizliğidir. Tasavvuf ciddiyettir.”

Ebû Bekr eş-Şiblî (öl. 334/945): “Tasavvuf, tasalardan uzak Hak ile birlikte olmak, kâinatı görmekten korunmak, kuvvetleri (şehvet ve gazap) zapt etmek, nefisleri kontrol etmektir.”

Ebû Saîd el-Ârâbî (öl. 341/952): “Tasavvuf, fuzuli olanı terkten ibarettir.”

Ebû’l-Hasen el-Husrî (öl. 371/981): “Tasavvuf, kalbini muhalefet belasından temizlemendir.”

Kelâbâzî’ye göre, giyim ve kıyafetleri dikkate alınarak tasavvuf ehline sûfiyye denilmiştir. Onlar nefsin hazzı için yumuşak ve güzel görünüşlü elbiseler giymezler. Sadece mahrem yerlerini örtmek için elbise giyerler, sert kıldan ve kalın yün ipliğinden yapılan elbise ile yetinirler.

Her sufî, içinde bulunduğu hale göre tasavvufu tarif etmiştir. Bu tariflerden bazıları şu şekildedir: Tasavvuf baştan başa edeptir. Kötü huyları terk edip güzel huylar edinmektir. Kimseden incinmemek, kimseyi incitmemektir. Nefse karşı girişilen ve başarı olmayan bir savaştır. Herkesin yükünü çekmek, kimseye yük olmamaktır. Bütün mensuplarının birbirini dost ve kardeş̧ tanıdığı bir birliktir. Hak ile birlikte ve onun huzurunda olma halidir. Hakk’ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle yaşatmasıdır. Keşf ve temaşa halidir. Temiz bir kalp, pâk bir gönül sahibi olmaktır. Nefsinden fani, Hak ile baki olmaktır. Kâmil insan olmaktır. Hakk’a ermektir (ermiş olmaktır).

Görüldüğü üzere tasavvuf tanımlarında ittifak yoktur. Burada bazılarını zikrettiğimiz mutasavvıflar dışında neredeyse bütün mutasavvıfların tasavvuf tanımı yapmış olmasına rağmen, tasavvufun tek bir tanımı yapılamamıştır. Tanımlardaki farklılıklar birkaç madde olarak özetlenebilir. Bunlar;

a) Tariften kaynaklanan sebepler ki; kimi aşkı, kimi itaati, kimi de korkuyu öne çıkarmıştır.

b) Tarifi yapanın durumundan kaynaklanan sebeplerdir ki; asıl sebep budur. Çünkü kişi hangi hal ve makamdaysa ona göre bir tanım yapar. Bunun yanında meşrep farklılıkları da etkilidir. (Cehrî, hafî gibi)

c) Yapılan tariflerde muhatap önemlidir. Çünkü herkesin ihtiyaç ve seviyesi farklıdır.

Günümüzde özellikle ehli olmayanlar tarafından üzerinde en çok konuşulan, tartışılan, fikir yürütülen, olumlu ya da olumsuz yargılarda bulunulan konuların başında hiç şüphesiz tasavvuf gelmektedir. Toplumun nerdeyse her kesiminden fertlerin ‘tasavvuf denir’ sorusuna mutlaka vereceği bir cevabı vardır. Maalesef bazılarına göre tasavvuf; tekke ve dergâh, şeyh ve mürşit, tâc ve hırka gibi özel elbiseler, musiki ile icra edilen bir ayin, rabıta ve murakabe gibi bâtınî ve deruni hususiyetleri olan bir ilim dalıdır. Bazılarına göre ise tarikat denilen müesseseleriyle halkı sosyal yaşantıdan uzaklaştıran, inzivaya yönelten, yalnızlığa sevk eden bir kurum olmuştur.

Yukarıda geçtiği üzere İslam tarihi boyunca tasavvufun pek çok değişik tanımlarını görmekteyiz. Aslında değişik tanımların yapılması sonucunda bir farklılık değil, zenginlik ortaya çıkmıştır. Bu tanımlarda birbiriyle çatışma asla söz konusu değildir. Aslında bu durum Mevlâna’nın bahsetmiş olduğu körler hikâyesine benzemektedir. Körlerin bir fil’e dokunmaları istenmiş, onlar da dokundukları uzuvlara göre onu tanımlamaya çalışmışlardır. Körlerin tek tek yaptığı tanımlar, fil tanımı için geçerli değildir. Çünkü tanımlar, filin bütününe değil, belli azalara ait tanımlardır. Tasavvuf konusunda söylenenler de aynen bunun gibidir. Bu değerlendirmelerden her biri teker teker ele alındığında tasavvuf için efradını câmî (ilgili olanı içine alan), ağyârini mâni (ilgisi olmayanı dışarıda bırakan) bir tanım yapma ihtimali çok uzak gözükmektedir. Ancak bu parçalar bir araya getirildiği takdirde belki bütün meydana gelecek ve tasavvuf ortaya çıkacaktır. Tasavvufun yukarıda geçen tanımlardaki konuların her birisiyle ilgisi vardır. Bu sebeple yalnızca kısmî tanımlar yapılabilmiştir. Çünkü tasavvuf kâl (söz) değil, hâl’dir. Hâl ise belli bir yere kadar söz ile anlatılabilir.

YAZIMIZ DEVAM EDECEKTİR…

NOT: Erken dönemde ulema ve sufiye tabakası tasavvufu nasıl tanımlayıp anladığına dair kısa bir yazı dizisi yazmamdaki en önemli sebeb günümüzde bu yolların sahtekarlarının her geçen artması ve müslümanların duygularını suistimal etmeleridir. Bu yollara müracat eden kardeşlerim yazı dizisinde anlatılanları okudukları takdirde en azından mensubu oldukları tarikatların hak üzere mi yoksa batıl üzere mi olduğuna dair bir fikir edineceklerini düşünüyorum. Amacım birilerini iğnelemek veya kurdukları düzenlerine çomak sokmak değildir. Herkes Allah’a hesabını verecektir. Yazı dizisini bitirdiğimde makalenin kaynakçasıyla beraber pdf formatında yazının tamamı yayınlanacaktır.

Ahlakını Yitiren İslam Dünyasının Mevlid Kutlatma Yüzsüzlüğü

Ahlakını Yitiren İslam Dünyasının Mevlid Kutlatma Yüzsüzlüğü

(Başta Narin olmak üzere haksız yere katledilen tüm mazlumların anısına ithafen)

Rasûlullah Efendimizin (sav) dünyayı şereflendirdiği Mevlid Kandili’nin manevi atmosferine girmiş bulunuyoruz. O Peygamber ki (sav): “Ey Rasûlüm! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik!” (Enbiyâ, 107) buyrulan varlığın özü, yaratılış gayesidir.

On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,

Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!

Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler… (Mehmet Akif)

Hissetmedi gözler… Zira dünya, o zamanlar, buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi. O devirde, Bizans ve Fars (İran) olmak üzere iki kutuplu bir dünya vardı. Zaman zaman bu iki ülke arasında savaşlar, ardı arkası kesilmeyen mücadeleler sürüp gidiyordu. Dünyada toptan bir çöküş yaşanıyordu; Allah’a kulluk adına bir emare kalmamış, ahlak sükût içinde ve sosyal hayat da bunalımların pençesinde can çekişiyordu. Karanlığın en koyu tonunun yaşandığı bir dönemi gösteriyordu. “…derin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibi. Öyle bir deniz ki onu, dalga üstüne dalga kaplıyor… Üstünde de koyu bulut. Üst üste binmiş karanlıklar… İçinde bulunan insan, elini uzatsa nerdeyse kendi elini bile göremiyor.” (Nur Suresi, 40)

Hicaz bölgesi de bu çöküşten nasibini almıştı; zulüm toplumun tümünde hükümranlığını sürer hale gelmişti. Hak ve hukuk, yerini tamamen kaba kuvvete bırakmış ve güçlü olanlar ne derse, uygulama o istikamette cereyan ediyordu.

Cahiliyenin karanlık günlerinin tasviri açısından burada bir hadiseyi zikretmeknin faydalı olacağını düşünüyorum. Bir sahabi, Allah Rasûlü’nün (sav) huzuruna gelerek cahiliyeye ait bir vahşeti şöyle dile getirmişti: “Yâ Rasûlallah! Biz cahiliye devrinde kız çocuklarımızı diri diri gömerdik. Benim de bir kız çocuğum vardı. Annesine, ‘Bunu giydir, dayısına götüreceğim.’ dedim. (Kadın bunun ne demek olduğunu bilirdi. Ciğerparesi, evlâdı biraz sonra bir kuyuya atılacak ve orada çırpına çırpına can verecekti. Ne var ki, kadının böyle bir canavarlığın önüne geçme hak ve salâhiyeti yoktu. Yapabileceği tek şey, için için ağlayıp gözyaşı dökmekti.)

Hanımım dediğimi yaptı. Çocuk hakikaten dayısına gideceğini zannediyor ve sevinçle evde koşuşuyordu. Elinden tutup daha önce kazdığım bir kuyunun yanına getirdim. Ona kuyuya bakmasını söyledim. O tam kuyuya bakayım derken, sırtına bir tekme vurdum ve onu kuyuya yuvarladım. Fakat her nasılsa, eliyle kuyunun ağzına tutundu. Bir taraftan çırpınıyor, diğer taraftan da: ‘Babacığım, babacığım üzerin tozlandı.’ deyip elbisemi silmeye çalışıyordu. Buna rağmen bir tekme daha vurdum ve onu diri diri toprağa gömdüm.”

Adam bunu anlatırken Allah Rasûlü (sav) ve yanındakiler hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Orada oturanlardan birisi: “Be adam! Rasûlullah’ı (sav) hüzün içinde bıraktın!” deyince, Efendimiz (sav), adama: “Bir daha anlat!” dedi. Adam hâdiseyi bir kere daha anlattı. İki Cihan Serveri’nin gözlerinden süzülen yaşlar mübarek sakalından aşağıya akıyordu. (Dârimî, mukaddime 1)

Evet, o gün insanlık müthiş bir buhran geçiriyordu; ama o insanlar Allah Rasûlü’ne ve getirdiği mesaja iman ederek hem dünya hem de ahiret saadetine ulaştılar. Modern cahiliyenin yaşandığı günümüzde ise durum daha fecaattir. Zira günümüzde iman ettiğini iddia edenlerden bazıları veya pek çokları cahiliye dönemine ait her türlü günahı, fuhşu, zulmü, haksızlıkları, haydutluğu yaptığı halde mütedeyyin edasıyla utanmadan dolaşabiliyor. Bu yazdıklarıma dair yüzlerce örnek zikredebilirim ama ben bir tanesiyle yetineceğim. Günümüz cahiliyesinde Kadınları ve çocukları haksızlıkla öldürme, onlara zulmetme, onları istismar etme gibi hadiselerin binlercesine şahit olmamıza rağmen toplum bu ahlaksızları bünyesinde barındırmaya devam etmektedir. Hatta o kadar ki, daha geçen hafta 8 yaşındaki bir çocuğu (NARİN) hunharca katledip daha sonra onu bir dere kenarında çamurun içerisine gömdüğünü itiraf eden zalim daha sonra abdest alıp evinde iki rekât namaz kıldığını söyleyebiliyor. Tabi memlekette bir zamanlar ‘Bakara, Makara’ diyenler, her türlü yolsuzluğu, haksızlığı, mazlum insanlara zulmü reva gören söz sahibi ekâbir takımı ve onların işledikleri her türlü harama helal diyecek kadar küstahlaşan belam kılıklı din adamları el üstünde tutulup ödüllendirildiğini gayet iyi anlayan bir toplum var. Diyeceğim o ki ey Müslüman kardeşim! Allah Rasûlü’nün dünyaya teşrif ettiğine sevineceğine keşke onun getirdiği mesaja iman edip kendine ahlak edinsen daha güzel olmaz mı? Sahabe iman etmelerinin ardından hayatlarını ve anlayışlarını nasıl değiştirmişler idrak etmenin zamanı gelmedi mi?

Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,

Aylar bize hep muharrem oldu!

Akşam ne güneşli bir geceydi…

Eyvah, o da leyl-i mâtem oldu!.

Âlem bugün üç yüz elli milyon

Mazlûma yaman bir âlem oldu!

Çiğnendi harîm-i pâki ser’in;

Nâmûsa yabancı mahrem oldu!

Beyninde öten çanın sesinden

Binlerce minâre ebkem oldu.

Allah için, ey Nebiyy-i ma’sûm,

İslâm’ı bırakma böyle bîkes,

İslâm’ı bırakma böyle mazlûm

Vahdetten Yoksun İslam Dünyası

Vahdetten Yoksun İslam Dünyası

Ağlanacak Hallerine Duyarsız Müslüman(cık)lar

’Hep birlikte sımsıkı Allah’ın ipine (Kur’ân’a, İslâm’a) sarılın, tefrikaya düşmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de O, kalplerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz.’ ’Mü’min(in), mü’mine karşı durumu, birbirini perçinleyen (muhkem) bir bina gibidir.’ gibi inananların kardeş oldukları, dayanışma içerisinde olmaları gerektiği vurgusu yapan onlarca ayet ve hadis olmasına rağmen bugün İslam dünyasının hali pürmelâli gündeme geldiğinde dikkat çekilen ilk husus; Müslümanların parçalanmışlığı, olmaktadır.

Amerika’daki 11 Eylül olaylarının ardından Müslümanlar 21. yüzyılda yeni fitnelerle karşı karşıya kalmışlardır. Müslümanların yaşadığı topraklar; ’böl, parçala, yönet’ kuralı gereğince uzun yıllara mal olacak ve çok ağır bedeller ödenecek olan bir bozgunculuk dönemini içerisindedir. Planları dışarıda hazırlanan, silahları dışarıdan verilen, ölenin de öldürenin de aynı fabrikalarda üretilen silahları kullandığı, Müslümanların figüran olmaktan öte geçemediği bir dönemin içerisindedir. Paramparça olan İslam dünyası ve Müslümanlar, ülkelerini, mukaddesatını işgal eden Batı’yla mücadele etmek yerine birbirleriyle çatışmaktadır. Eline biraz güç geçiren kim varsa bunu, ilk önce kendilerine en yakın gurupları yok etmek için kullanmaktadır. Kendi varlıklarını, izzetlerini başkalarının zilletinde aramaktadırlar. Günlük hesaplar ve anlık öfkelerle silahlarını birbirlerine doğrultanlar yüzünden masum insanların canları ve tüm dünyaları yok olup gitmektedir. Küffarın verdiği zararı, acıyı atlatmak kolaydır. Çünkü bu, beklenen bir durumdur. Fakat insanı en çok sarsan, nerden geleceğini tahmin etmediği yumruktur.

Günümüzde siyasî, itikadî ve dinî anlaşmazlıklar, Müslümanları parçalayıp guruplara ayrılmalarına sebep oldu. Her gurup, mensup olduğu mezhebinin, cemaatinin veya üstadının kitaplarından muhaliflerine deliller getirdi, bu da ihtilaf konusunu Kitap ve Sünnet’e götürüp hakem kılmanın önünü kapattı. Hâlbuki ihtilaf edilen konuları Kur’an ve Sünnet’e götürmemiz emredilmektedir. Selef-i salihîn, ihtilaf edebiyle ve ilmiyle ahlaklanmışlardı. O edep sınırından bir parmak ucu kadar dahi olsa ayrılmazlardı. Bugün ise gurupçuluk, saygısız ve seviyesiz bir ihtilaf ve bilgisizce bir çekişme, gereksiz bir kibirlenme vesilesi oldu, bu da haliyle vahdeti değil tefrikayı doğurdu.

Hasan el-Benna, Ramazan ayında gittiği bir mescitte teravih namazı yüzünden birbirleriyle kavga eden iki taife ile karşılaşır. Onlara: ’Teravih namazı farz mıdır, sünnet midir?’ diye sorar. Cemaat: ’Sünnet’ olduğunu söyler. Hasan el-Benna tekrar sorar: ’Müslümanların ihtilaf etmemeleri ve vahdet içinde tek yumruk olmaları farz mıdır, sünnet midir?’ Onlar da: ’Farz’ olduğunu söylerler. O da bunun üzerine kavga eden cemaate: ’Siz farzı bırakıp bir sünnet yüzünden birbirinize girip kavga ederek günah işliyorsunuz, bu mescidi kapatın, teravih kılmayın ve evlerinize gidin!’ der. İşte bu fıkıhtır.

İslam dünyasının hali pür melali ortadayken, Müslümanlar kendilerinden beklenen tevhidî duruşu sergilemekten uzaktır. Bir vücudun azaları, bir binanın tuğlaları olması gereken ümmetin evlatları, birçok etnik ve mezhebi farklılıklara ayrılarak kardeşleriyle aralarına kalın duvarlar örebilmekteler. Kendi aralarında merhametli ve hoşgörülü, kâfirlere karşı ise izzetli ve onurlu olmaları gerekirken tam aksi bir tavır sergileyebilmekteler. İslam dünyası iç savaşlarla, sapıklıklarla, ihtilallerle, iğtişaşlarla çalkalanıp durmaktadır.

Maalesef İslam dünyası, aşikâre işlenen büyük günahlarla, riba, zina ve binayla, en çirkin fısk ve fücurlarla, isyan ve tuğyanlarla çalkalanmaktadır. Bir yanda öldürülen, aç kalan, perişan olan milyonlarca masum Müslümanlar; öbür yanda Nemrut ve Firavunlara taş çıkartacak lüks, israf, sefahat, fısk u fücur, hayasızlık ve debdebe içinde yaşayan mütegallibe güruhu diyebileceğimiz altın, gümüş, dolar, euroya tapan beyinsizler. Kudüs’ü Haçlıların elinden alan Selahaddin Eyyûbi vefat ettiğinde on ülkenin sultanı idi, ama terekesinden cenaze masraflarını karşılamaya yetecek miktarda parası çıkmamıştı. (HİÇ ÜMİDİM YOK AMA; Karun misali 1150 odalı saraylarda keyif sürenler ve yanındaki Bel’am kılıklı herşeye fetva veren saray yalakası sahtekar din bezirganları keşke buradan bir ders çıkartsalar)

İslam; adalet, güvenlik, istikamet (doğruluk-dürüstlük), hikmet (bilgelik), hakiki medeniyet dinidir, bugünkü İslam dünyasında bunlar var mıdır?

Müslümanlara sorulduğunda düşman bellidir: Batı.

Sakın Batı’nın propagandasını yapıyorum gibi anlaşılmasın. Ama burada bir şey sormak istiyorum. Neden her yıl ilan edilen uluslararası şeffaflık, temizlik ve dürüstlük listesinde, başı Danimarka, Yeni Zelanda, Finlandiya, İsveç, Singapur, İsviçre, Avustralya, Norveç, Kanada, Hollanda gibi Hıristiyan ülkeler çekerken, neden İslam ülkeleri listenin sonlarında yer alıyor? Neden yolsuzluk, rüşvet, ahlâksız yayınlar içeren web sitelerine giren ülkeler arasında Türkiye de dahil olmak üzere İslam ülkeleri ilk onda yer almaktadır?

Bütün bunlar biz Müslümanlar için utanılacak göstergeler ne yazık ki. Bu tablolar da gösteriyor ki Türkiye dâhil, İslam Dünyası tam anlamlıyla bir çıkmazda. Hem de devasa bir çıkmazda. Bu berbat tabloları görünce insanın aklına ister istemez bazı sorular geliyor. Mesela; İslam ülkelerinin ’Müslüman’ idarecileri günah ve haramdan korkmuyorlar mı acaba? Âhirette yaptıklarının hesabının sorulacağına inanmıyorlar mı yoksa? Müslümanlık sadece inanç ve ibadetten mi ibaret? Doğruluk, dürüstlük Müslüman olanlara lazım değil mi? Hatta neden çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, sahtekârlık, iftira, gasp bu kadar revaçta?

Müslümanlar her şeyin sorumlusu olarak Batı’yı görmek ve göstermek yerine önce kendi yaşantılarında kaybettikleri Kur’an, Sünnet, ilim, irfan, irade, azim, sebat, adalet, istikameti bulmalıdırlar, diye düşünüyorum. Zira günümüz Müslümanları benimsedikleri kültür ve zihniyetleriyle, parçalanmışlıklarıyla, ahlâklarıyla büyük bir felakete doğru ilerlemektedir.

Müslümanların dikkatinin şu an yaşadıkları vahim durumu, yüzleştikleri problemleri, aralarındaki vahdet ve birliğin bozulmasını, zaruri olmayan meselelerde boşuna ihtilafa düşmeyi ortadan kaldırmaya yönelmesinin zamanı çoktan gelmiştir. Zira Müslümanlar parlak geçmişlerinde sahip oldukları Kur’an ve Sünnet’e bugün de sahiptirler. Müslümanları sırat-ı müstakimde sabitleştirecek temel bir etken vardır ki, o da vahdettir. Buna göre de içerisinde yaşadığımız bu asır mutlaka Müslümanların uyanış asrı olmalıdır. Zamanın getirdiği zillet, tefrika ve parçalanmışlığın verdiği zarara dikkat ettiğimizde, yaşananlar vahdet meselesinin ehemmiyetini bize hissettirmektedir. Açıkça anlatmaktadır ki, kurtuluş yolu yalnız ve yalnız Allah’ın ipine yapışmakta ve birlikteliktedir. Bu yüzden de İslam mezhepleri arasında var olan ortak prensiplere dayanıp sevgi, dostluk ve vahdete engel olacak küçük ve gereksiz ihtilaflara son verilmelidir.

Hz. Ömer (ra), Kudüs’ü Rumlardan teslim almak üzere Medine’den ayrıldıktan sonra şöyle demiştir: ’Hamdolsun O Allah’a ki bizi İslam ile aziz kıldı. Bizi imanla şereflendirdi. Peygamberi (sav) ile bizi özel kıldı. Bizi dalâletten (kurtarıp) hidayete ulaştırdı. Dağınıklıktan sonra ’takva sözü’ üzere bizi bir araya getirdi. Kalplerimizi birleştirdi. Düşmanlarımıza karşı bize yardım etti. Memleketlerinde yerleştirip bize kudret verdi. Bizleri, (Allah için) birbirini seven kardeşler kıldı. Ey Allah’ın kulları! Bu bol nimetten ve açık ihsanlardan dolayı Allah’a hamdedin! Zira Allah, katında bulunanlara rağbet edip daha fazla isteyenlere (nimetlerini) artırır ve şükredenler üzerinde nimetini tamamlar.’

Hz. Ömer (ra) Efendimizin zikrettiği ve bundan dolayı Allah’a şükrettiği o nimetlerden bu asırda yaşayan ve her geçen gün perişanlıkları artan bu aciz kullarına da lütfetmesini Rabbimizden niyaz ediyoruz. Âmin.

Hz. Hüseyin’i (ra) Sevmeyi Kufeliler Gibi Anlayanlara Dair

Hz. Hüseyin’i (ra) Sevmeyi Kufeliler Gibi Anlayanlara Dair

Ondört asır öncesinde “Hüzün benim arkadaşımdır” buyurmuştu Allah Rasûlü (sav) Efendimiz… Bu sözleri okuyunca insan sadece Ahhh! diyebiliyor sessizce, zira bu mübarek kelamdaki duyguları Rasûlullah (sav) gibi ne hissedebiliriz, ne anlayabiliriz, ne de anlatabiliriz. Ama yine de O’nun aramızdan ayrılığının hüznü de bizlerin kalbinde en yakın dostumuz olarak bir çıra gibi yanması bile ne güzel bir nimettir.

“Bu gün mah-ı Muharremdir, muhibb-i hanedan ağlar.

Bu gün Eyyam-ı matemdir, bu gün ab-ı revan ağlar.

Hüseyn-i Kerbela’yı elvan eden gündür.

Bu gün Arş-ı muazzamda olan âli divan ağlar.”

(Alvarlı Efe Hazretleri)

Evet, yine aylardan Muharrem’deyiz yani Rabbimizin Müslümanlara her zaman yardım edeceğinin hatırlanması gereken bir aydayız. Bu ay sadece Firavun’un değil, Nuh kavminin değil, Allah Teala ile mücadele eden tüm zalimlerin mutlaka kaybedeceğinin hatırlanması gereken bir aydayız. İşte Yezid, Hz. Hüseyin (ra) ve Ehli Beyt’e zulmetti ancak dünya ona da kalmadı. Kerbela’dan kısa zaman sonra zalim, fasık ve günahkâr bir insan olarak ayrıldı bu dünyadan. Tarih boyunca hiç hayırla anılmadı, mezarı dahi bilinmedi. Kerbela’da Ehli Beyt’e zulmeden Ubeydullah b. Ziyad, Ömer b. Sa’d, Şimir b. Zilcevşen ve Sinan b. Enes gibi masumları katledenler aynı akıbet ile karşılaştılar.

Kerbela’da Ubeydullah b. Ziyad’ın ordusundak insanların çoğu, Hz. Hüseyin (ra) ve Ehli Beyt’in haklı olduğunu biliyorlardı. Son gece, hatta onlarla savaşan askerlerden bir kısmı savaş esnasında dahi namaz vakitlerinde Hz. Hüseyin’in (ra) arkasında namaz kılıyorlardı. Onlara çölün ortasında bir bardak su vermeyenler, onlara ok atanlar ve bu yaşananları seyredenler, dünyanın kendilerini aldattığı kimselerdi. Kimileri Yezid’in gücünden korkuyordu, kimileri ise makam ve mevki sahibi olmak istiyordu. Kerbela’da Yezid’in ordu komutanı, Hz. Hüseyin’in (ra) çocukluk arkadaşı ve cennet ile müjdelenmiş sahabe Sa’d bin ebi Vakkas’ın oğlu Ömer ibni Sad’dı. Kendisine Rey (İran bölgesinin) valiliği teklif edildiği için Kerbela’da zulmün karşısında değil, içinde yer aldı. Ancak valilik ve makamı ona fayda vermedi. Bu olaydan sonra dünya ona dar geldi ve yaşadığı 6 yıl kendisine zehir oldu. En nihayet aynı şekilde öldürüldü. Hz. Hüseyin’e yüzlerce davet mektupları gönderen daha sonrada Ubeydullah b. Ziyad’ın ordusunda yer alan Kufelilerin ihanetleri de dünyalık kaygılardan başka birşey değildi. Halbuki onlar da kalben Hz. Hüseyin ve Ehli Beyt’i sevdiklerini söylüyorlardı ama kılıçlarını Ehli Beyt’i öldürmek için kullanıyorlardı.

Ben burada Kerbela’da yaşananları detaylı anlatacak değilim ancak Hz. Hüseyin (ra) ve Ehli Beyt sevdalısı müslümanlar olarak burada şu noktayı gözardı etmememiz gerektiğini düşünüyorum. İslam tarihinin en kara isimlerinden olan Yezid, yönetime geldikten sonra nice zulümlere bulaşmaktan geri kalmadı. Şahsi hayatında da aleni pek çok günahlar yapmasına rağmen idaresi altındaki insanlara günahları ve haramları dayatmıyordu. Yani Yezid zamanında İslâm beldelerinde İslâm ile hükmediliyordu. Eğitim, hukuk, siyaset, iktisat, sosyal hayat Kur’an ve Sünnet’e göre belirleniyordu. Yezid, hiçbir zaman o günkü İslâm düşmanları ile birlikte hareket etmemişti. Aksine onun zamanında Ukbe bin Nafi komutasında İslâm orduları Kuzey Afrika’yı fethetmişlerdi.

Peki ya günümüzde hangi ülkede yani Müslümanların yaşadığı hangi beldede İslâm tatbik edilmektedir? Maalesef hiçbirisinde… İstinasız heryerde yönetimler İslâm düşmanı kâfirler, onların müttefikleri münafık ya da fasıklar güruhuna aittir. Ve bunu artık gizlemiyorlar. Kâfirlerin fikirlerini, nizamlarını halka İslâm olarak sunuyorlar ve haramları çoğu zaman zorla dayatıyorlar. İslâm’ın hakikatlerini en başta tevhidi bile anlatmak, bu uğurda mücadele ruhuna insanları davet etmek yasak durumda…

Peki bu adamların yönetiminde neler serbest bırakıldı ve topluma teşvik edildi birkaç örnek verelim ki (hiç ümidim yok ama) belki Hz. Hüseyin’i sevdiğini iddia eden ve Yezid’i lanetleyen Kufelilerin ahlaklarına benzeyen içi başka dışı başka müslümanlar! ders çıkartırlar;

7 Ekim’de başlayan İsrail-Filistin savaşında gemicikleriyle İsrail’le olan ticaretlerine daha da bir hız kazandıranlar (Şimdi bazıları diyecekler ki; Hükümet sosyal medyadan İsrail’le ticaretini kısmen durdurma kararı aldığına dair yazı yayınladılar. Ama hiç kimse şunu sormadı ki, devletin aldığı karar resmi gazetede yayınlamadıktan sonra böyle bir beyanatın hiçbir bağlayıcılığı yoktur.)

Papazları yanına alarak besmele ile kilise temeli atarak müslümanların itikaden ifsad etmesi

Zinanın sertbest bırakılması yasası

LBGT lilerin daha rahat örgütlenmesi için vakıflar açmalarına izin verilmesi

Faizin bir Türkiye gerçeği haline getirilmesi ve her haneye girmesi

2003 yılında Irak savaşında ABD’ye verilen destek (Meclisten tezkere geçirilerek İncirlik üssünden Irak topraklarının işgali ve birbuçuk milyondan fazla insanın ölümüne sebeb olmaları)

Yanlış dış politikaları yüzünden Suriye ve Libya’nın yıkımında başrolde olmaları

Domuz satışının serbest bırakılması

Rüşvet, hırsızlık, ihalelere yolsuzluk gibi ahlaksızlıkların toplumun her yanında kanıksanır hale getirilmesi,

Liyakaksız insanların ya da ayak takımından kimselerin baştacı edilmeleri,

‘İtibarda israf olmaz’ diye bir felsefe geliştirilerek tarihteki en müsrif adamlara bile rahmet okutacak şekilde şatafat içerisinde yaşamaları,

Hepsinden de önemlisi insanları adalet ve insafla yönetmek yerine keyfi pekçok zulmün uygulandığı; ya bizdensiniz ya da düşmansınız diyerek yüzbinlerce insanın sorgulanmaksızın hapishanelere doldurulması,

Daha saymakla bitiremeyeceğimiz nice dümenler ve dolaplar

Ve en acı olan da ne biliyor musunuz?

Tüm bu kötülükler, haramlar ve insanlık dışı muameleler yapılırken her defasında Allah’ın adının ve İslam’ın değerlerinin kullanılması…

Tüm bunlara İslamî hassasiyeti olduğunu söyleyen (ah Hüseyin! vah Hüseyin! diye Kerbela’nın acısını dile getiren) hocalar, kanaat önderleri, tarikatler, cemaatler, sivil toplum kuruluşlarının ses çıkarmamaları, köre yatmaları ya da deve kuşu misali kafalarını toprağa gömmelerinin Kerbela’daki Kufelilerden ne farkları var ki! Bence hiçbir farkları yok.

Ayrıca bugün dünyanın dört bir yanında İslam beldeleri sadece müslüman oldukları için Kerbela misali zulüm altındalar. 57 tane güya adı müslüman olan devletlerin yönetimleri Kûfeleşmiş vaziyetteler sadece zulümleri seyrediyorlar. Onlardan bir kısmı da kendileri de halklarına zulmetmekteler. Dünya sevgisi ve zalimin korkusunun aldattığı milyonlarca insan, hak tarafı bildiği halde zulme seyirci kalmaktalar ve zalimlere destekçi olmaktalar.

Bugün ne kadar çok ihtiyacımız var Hz. Hüseyin Efendimiz gibi Allah yolunda her şeyi göze alarak yürüyebilenlere… Şehit ve şahit olmak isteyenlere… Zalimlere karşı dik durabilenlere… Şartları değil şer’i nasları ölçü alanlara…

Son söz olarak; Hz. Hüseyin ve Ehli Beyt sevdasından dem vuran bugünün içi başka dışı başka Müslümanı! Zalimlere karşı mücadele ruhu nasıl kazanılır hiç kendine sordun mu?

Unutma dün zalimler nasıl kaybetti ise bugünkü zalimler de aynı şekilde kaybedecekler. Ne kadar güçlü görünseler de seleflerinin başına gelen elim son, onların da başına gelecek. Zalimler her zaman kaybetmeye mahkûmdur.

‘Zalimler hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur.’ (Kur’an-ı Kerim 42/8)

Menfaatleri veya korktukları için çevresindeki her türlü zulme, adaletsizliğe, yolsuzluk ve ahlaksızlıklara karşı Görmedim, duymadım, söylemedim formunda üç maymunu oynayan başta alim taifesi ve onların takipçileri gurur duyup anlattıkları Rasûlullah (sav) Efendimiz başta olmak üzere Hz. Hüseyin’in (ra) kıyam ve şehadetinden ders çıkartabilmeleri duasıyla… Rabbim bizlere bu manada güç ve kuvvet versin. İslam ümmetinin imtihanlarını kolaylaştırsın. Yeryüzünün dört bir yanında özellikle Gazze ve Doğu Türkistan’da zulüm altında olan kardeşlerimizin yar ve yardımcısı olsun.

En azından insan olduğumuzu unutmamak adına her türlü boykota devam…

Aslında Kırmızı Çizgimiz Filistin Değil İsrailmiş

Aslında Kırmızı Çizgimiz Filistin Değil İsrailmiş

Aslında Kırmızı Çizgimiz Filistin Değil İsrailmiş; Kardeş Mursi veya Rabia Değil, Sisi’ymiş

İsmi, Abdülazîz bin Abdüsselam (1182/1262), künyesi Ebu Muhammed’dir. Lakabı İzzeddîn ve Sultanu’l Ulema yani âlimlerin sultanıdır. İz b. Abdüsselam’ı diğerlerine nazaran barizleştiren hatta âlimlerim sultanı yapan en önemli özelliği fetvalarını kişilere göre değil Allah’ın rızası doğrultusunda vermesiydi. İşte o dönemde verdiği en önemli fetvalardan birisine örnek vermek istiyorum. Gemicikleriyle İsrail’e ticarete devam eden Karun ve Bel’am ahlaklı zalimlerin ders çıkaracağına dair ümidim yoktur. Zira onların taptıkları tek şey kazandıkları dünyalıkları olmuştur. Ama belki zalimlerin yanında duran ve destekleyen cahillerin de bu zalimlerle haşredileceklerini bir kez daha hatırlatalım istiyorum. Zira Allah Teala “Zalimlerin yanında olmayın; sonra ateş sizi de yakar. Allah’tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz!” (Hud,113)

Gelelim İz b. Abdüsselam’ın fetvasına bakın ne diyor: Şam’da Melik Salih İmaduddin İsmail, haçlılarla anlaşma yaparak Sakîf, Sayda, Safd ve bazı kaleleri onlara bıraktığında aynı şekilde Haçlıların Şam’a girip silah almalarına izin verilince İz b. Abdüsselam, silah satışının haram olduğuna hükmedip yapılanın haram olduğunu sultanın yüzüne haykırdı. Bununla da yetinmeyen İz b. Abdüsselam esnafları bir bir gezerek şöyle bir fetva yayınladı: “Bugünden sonra topraklarımıza girip çıkan Haçlılara hiçbir şey satılmayacak ve hiçbir şey alınmayacaktır.”

Hatta kılıç üreten esnaflara giderek özellikle onlara Haçlılar için kılıç yapmanın ve satmanın haram olduğu fetvasını verdi ve bu hususa dikkat etmeleri gerektiğini telkininde bulundu. Buna riayet etmedikleri taktirde Allah katında zulme ortak olmaktan ötürü zalim olacaklarını açıkça beyan etti. Aynı günlerde bir terzi, “Ey şeyh, Haçlılar bana elbise diktirmeye geliyorlar. Ben Haçlılara elbise dikersem zulme ortak olur muyum?” diye sorar. İz b. Abdüsselam’ın cevabı keskindir: “Hayır, sen zulümlerine ortak olmazsın. Sana iğne iplik satan zulme ortak olur, sen zalimin ta kendisi olursun.”

Cuma günleri sultana yapılan duayı kesip, “Allah’ım! Bu ümmete doğru, sağlam bir durum ortaya çıkar ki senin dostların aziz, düşmanların zelil olsun.” diye dua etmeye başladı. Bunun üzerine hükümdar, İz b. Abdüsselam’ı fetva ve hutbe okuma görevlerinden azledip kendisine zulüm ve baskıya başladı. Şeyh ise hakkı söylemeye devam ediyor ve ne pahasına olursa olsun Allah’ın razı olacağı fetvayı vermeye devem ediyordu. İz b. Abdüsselam Şam’dan çıkarılıncaya kadar bu baskılar devam etti. Bunun üzerine İz bin Abdüsselam, bir merkebe ailesini bir merkebe de eşyalarını yükleyip Kahire’ye hicret etti.

Evet, günler, haftalar ve aylar birbirini kovalıyor ama bir tane bile yürekli adam çıkıp da İsrail’le ticaretini artırarak devam ettiren zalimlere tek bir cümle edemediler. Hatta geçtiğimiz ay kafasında Nasreddin Hoca kavuğu gibi sarıkla dolaşanlardan bir tanesi utanmadan vaaz kürsüsünden cemaatine şunu dedi; ‘Efendim bu giden gemiler aslında Filistin’e yardım götürüyormuş ama İsrail üzerinden geçmek zorundaymış. Ayrıca İsrail halkına da gıda ve başka şeyler satılmasında bir mahzur yokmuş. Çünkü onlar sivil halkmış.’ Tabi ticarete devam eden taparcasına sevdikleri reislerinin yakınları olunca verilen fetvalarda bu şekilde değişebiliyor.

Rabbimiz kendilerine ilim nasip ettiği hâlde bu ilmin ilke ve ölçüleriyle iman ve amel edip Allah’a teslim olacak yerde bu ilmi kötü amaçla kullanan, insanları Allah ile aldatıp tağutlara destekçi kılmak için çarpıtan, yapılan bunca haksızlıklar, zulümler, adaletsizlikler, ahlaksızlıklara hiç sesini çıkartmayan saray uleması, midelerinden reislerine bağlı olan ve saf cahil Müslümanları yanlış yönlendiren trolleri gördükçe şu ayet aklıma gelmekte; “Onlara, kendisine ayetlerimizi verdiğimiz kişinin haberini anlat. O, bundan sıyrılıp uzaklaşmış, şeytan onu peşine takmıştı. O da sonunda azgınlardan olmuştu.” “Dileseydik o âyetlerle onu elbette yüceltirdik. Fakat o, dünyaya saplanıp kaldı da kendi heva ve hevesine uydu. Onun durumu köpeğin durumu gibidir: Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur; kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. Şimdi onlara bu olayları anlat ki düşünsünler.” (Â’raf, 7/175, 176).

Vaktiyle Tunus civarında yaşayan Şeyh Yahya isminde bir Allah dostu varmış. Bir av gezisi esnasında o civarın Sultanının dikkatini çekiyor. Herkesin kendisine ayağa kalktığı bir yerde kılını kıpırdatmayan bu adamın yanına yaklaşıyor, Sultan, o salih insana; ‘Erkeklerin ipek kumaştan gömlek ve kaftan giymesinin hükmü nedir?’ bir soru sorar. Allah dostu cevap vermek istemez, fakat Sultan zorlayınca der ki; ‘Köpekler idrarlarını yaparken üzerine sıçramasın diye arka ayaklarından birini kaldırır. Halbuki akşama kadar yedikleri leştir, kandır. Sen ki ey Sultan! Yediğin, içtiğin, giydiğin haram, gasp ve başkalarının alın teri iken bir de bana sorduğun şeye bak!?’

Meydanlarda Rabia işaret yapıp, Gazze bizim kırmızı çizgimizdir diye höykürüp de oy devşirenler, şu an daha iyi şahit olduk ki sizin kardeşiniz aslında Sisi imiş ve kırmızı çizginiz de meğerse İsrail’miş, Ama tabi kral çıplaktır demek cesaret ve yürek ister. Etrafınızda bu hakikatleri size hatırlatacak kimse yok diye zannetmeyin ki, Allah sizin yaptıklarınızdan haberdar değil. Allah şahit ki ben ve benim gibi niceleri sizden beridirler. Rasûlullah (sav) Efendimiz bir soru üzerine, “En üstün cihad, zalim sultana karşı hakkı haykırmaktır” (Nesaî, Biat: 37) buyurmuştur. Vesselam.

NOT: İşte Gazze’de yaşananlardan birkaç kare resim. Vicdanınız hala varsa bu siyasal İslamcı münafıklara en azından kalben buğzedin. Türkiye İsrail’in Gazze’yi bombaladıkları jet uçakları için petrol sattığını Ticaret bakanlığı kendi listesinde yer verdi.

Bu sözlerim reislerini tapar gibi sevenler için geçerli değil. Bu tipler öldüklerinde mahşerde Allah tarafından hakikat ortaya konduğunda ikna olacaklardır herhalde. Onlara, biz ne söylersek boş…

Mazlumları Unutmamak Adına

Mazlumları Unutmamak Adına

Diller, sayfalar, satırlar
‘Ebu Leheb öldü’ diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi, ya Rasulallah;
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!

Evet, herkesin bildiği gibi Yahudi, Kur’an’daki Yahudi.
Ama ne yazık ki Müslüman, Kur’an’daki Müslüman değil!

Bunu çok iyi bilen Yahudi, buradan güç alıyor ve kadın, çoluk-çocuk demeden Gazze’de herkesi bombalıyor veya keskin nişancılarla hunharca şehid ediyor.
Mazlumların evleri yurtları dünyalık olarak ne varsa herşeyleri harap oluyor.
Bombaların altında kaçacak yurt arayan mazlumlar çaresiz ağlıyor.
Adı var olup kendileri olmayan Dünya Müslümanları veya daha doğrusu Müslümanların başalrındaki kukla yöneticiler olanı biteni üç maymunu oyanayarak izliyorlar.


“(Rasûlüm!) Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim suresi 42) Ayette de ifade edildiği gibi çaresiz mazlumların feryadını duyan Allah Teala zalimlerin zulümlerini yanlarına bırakmayacaktır. Ama esefle şunu da söylemeliyim ki; Uykusunda uyanmayan Müslüman toplumlar var oldukça ve özellikle halkı müslüman olan devletlerin başındaki satılmış yöneticiler varoldukça (buna gemicikleriyle ticaret yapan ve Gazze bizim kırmızı çizgimizdir diyerek oy devşiren veya bugünlerde İstanbul belediyesini aldıkları takdirde Gazzeli çocukların yüzü gülecek diyen yalancı mücrimler de dahil) İsrail’de yayılmasına devam edecektir.
Acaba bu müslümanlar ne zaman kendilerine dönüpte muhasebe yaparak nefislerini ya da başlarındaki hokkabaz yöneticilerini sorgulayacaklar? Zira ben kendimi bildim bileli müslümanlar hep bir ağızdan sürekli ‘Kahrolsun İsrail’ sloganı atarak bu işin üstesinden Allah’ın gelmesini istiyorlar.


“Onlar (Yahudiler) nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’ın ahdine ve insanların (müminlerin) himayesine sığınmadıkça, kendilerine zillet (damgası) vurulmuştur; Allah’ın hışmına uğramışlar ve miskinliğe mahkûm edilmişlerdir.” (Al-i İmran, 112)


“Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük bir azap vardır.” (Maide 44)


“Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır (sıkıdır), dediler. Hay dedikleri yüzünden elleri bağlanası ve lânet olasılar!” (Maide 64)


Yukarıda sadece birkaç tanesini zikrettiğim ayetlerin benzeri pek çok ayette Allah Teala onları kahredeceğini zikrediyor. Ama ey Müslüman kardeşim! Yahudi’ye beddua ve lanetin dışında senin yapman gereken hiç vazifen yok mu acaba? Zira bizler yıllardır beddua etmek ve slogan atmaktan başka hiçbir şey yapamadığımız için İsrail kahrolacağı yerde Müslümanlar dünyanın dört bir yanında kahroluyor ve bugünlerde İsrail tüm Filistin topraklarını ele geçirmeye gitgide daha da yaklaşıyor. Hatta o kadar ki ufacık bir bölgeye sıkışmış Gazze’ye bile tahammül edemiyorlar.


Toplum üzerinden hiçbir etkisi ve yetkisi olmayan benim gibiler Müslümanlara uygulanan zulme karşı tabi ki tepkimizi ortaya koyacağız. Belki karşıdaki zalim zulmünü durdurmayacak ama ben ve benim gibiler kendimize insan olduğumuzu hatırlatmak için zalimlerin karşısında durmaya devam edeceğiz.
Peki yeryüzünde akan Müslüman kanını yani bu zulümleri kim durduracak?
İşte amiyane tabirle dananın kuyruğunun koptuğu yer burası…


Bir başlangıç olarak ne zamanki İslam ülkelerinin satılmış kukla liderleri (buna Türkiye’de dahil) şayet insanlıkları devam ediyorsa İsrail’in gasıp bir devlet olduğunu söylemekle kalmazlar ona göre yaptırım uygularlarsa belki İsrail zulmünde biraz frene basar.


Ayrıca ‘Dünya Müslüman Âlimler Birliği’ diye güya ‘âlim birliği’ var, bilirsiniz. Bu adamların İslam ümmeti adına zalimleri kınamaktan başka ne yaptığını merak ediyorum. Ümmetin yeniden dirilişi ve tevhidin yeryüzünde ikamesi için sahabe misali cesurca her yerde hakkı haykırmanız gerekirken hani neredesiniz?


Acaba Allah Teâlâ sizlere bahşettiği ilimden ve makamlardan hesaba çekeceğini hiç düşünmüyor musunuz?


Haksızlıklar ve yeryüzündeki zulümler karşısında üç maymunu oynayan sizler, Allah aşkına hayatınızda bir kez cesur olun. Az bir dünyalık ve makam karşılığında Allah’ın dinini ve ilmini satan Yahudi alimi Belam daha dünyadayken nasıl rezil edildi misal olarak size yetmez mi;


“(Ey Rasulüm!) Onlara, kendisine ayetlerimizi (dini bilgi ve hikmetleri öğrettiğimiz şu) kişinin haberini anlat (ki, bugünkü bel’am benzeri bilgiçleri tanısınlar ve sakınsınlar). O (kişi) bundan (ilim ve ibadet huzurundan ve zulüm düzeniyle cihad şuurundan) sıyrılıp uzaklaşmış; derken şeytan (ve tağutlar da) onu kendi peşine takıp (sapkınlığa) sürüklemişti. O da sonunda “Ğaviy” (tuğyana kapılıp azgınlaşan ve tağuta tapanlardan) olup çıkıvermişti.Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı ve hevesinin peşine düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer: Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin durumu böyledir. Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (Araf 7/175-76)


Tarihte olduğu gibi, Cenab-ı Hak bu ümmetin içerisinden yine Hz. Hamza, Ebû Ubeyde bin Cerrah, Halid bin Velid, Muaz bin Cebel, Selahaddin Eyyubi gibi ümmete yön verecek cesur ve kahraman kumandanlar çıkarsın. Nasıl ki o insanlar İslam’ın izzetini dünyada hiçbir menfaat karşılığında satmadılar, imanlarına ve salih amellerine dayandılar Allah da onlara yeryüzünün hükümranlığını nasip etti.


İşte Rabbimizin müjdesi; “Allah, içinizden iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapan kimselere vaad etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi onlara da yeryüzünde hâkimiyet verecek, onlar için hoşnutluğuna vesile kıldığı dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, şu andaki korkularını güvenliğe çevirecektir; çünkü onlar bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk etmektedirler. Bütün bunlardan sonra kim inkâra saparsa yoldan çıkmış kimseler işte bunlardır.” (Nur Suresi 55)


Rabbim bizlere bu manada güç ve kuvvet versin. İslam ümmetinin imtihanlarını kolaylaştırsın. Yeryüzünün dört bir yanında özellikle Gazze ve Doğu Türkistan’da zulüm altında olan kardeşlerimizin yar ve yardımcısı olsun.
En azından insan olduğumuzu unutmamak adına her türlü boykota devam…

İbret Alıp Ders Çıkarabilecek Miyiz ?

İbret Alıp Ders Çıkarabilecek Miyiz ?

“Derken onların ardından hayırsız bir nesil türedi ve Kitab onların eline geçti. Ama onlar bu kitabın âyetlerini şu dünyanın geçici ve değersiz geçimliğine değişirler ve tam bir aldanmışlık içinde “Allah’ın sevgili kulları olarak nasıl olsa bağışlanacağız!” derler. Aynı şekilde yine meşrû olmayan bir kazanç zuhur etse onu da almaktan çekinmezler. Peki onlardan, Allah hakkında doğru olandan başka bir şey söylemeyeceklerine dair o kitap gereğince sağlam bir söz alınmamış mıydı? Evet, alınmıştı. Üstelik kendileri de kitapta olanları okuyup öğrenmişlerdi. Şunu bilin ki, âhiret yurdu, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?” (A’raf Suresi 169. ayet)

Bu âyetin mesajı bütün insanları ve özellikle de Rasulullah (sav)Efendimizden sonra Kur’an’a vâris olan müslümanları yakından ilgilendirmektedir. Zira Allah’ın âyetlerini az bir pahaya satmak, adil olmamak, rüşvet yemek, faiz almak, yolsuzluk yapmak gibi haramlar işleyip sonra da “Nasıl ol­sa Allah affeder” şeklinde boş kuruntulara kapılmak, sadece yahudilere mahsus bir hastalık değildir. Günümüzde bir takım müslümanların da bu şekilde günahlar işledikleri görülmektedir.

İmam Katâde diyor ki: Evet, Allah’a yemîn olsun ki; kötü kimseler peygamberlerinden, rasûllerinden sonra kita­ba vâris olmuşlar; Allah onları vâris kılmış ve onlardan ahid almıştı. Fakat onlar «Dünyanın geçici meta’ını alıyorlar ve: İlerde affe­dileceğiz, diyorladı.» Allah’a karşı ümitler besliyorlar ve gaflet için­de bununla aldanıyorladı. «Onlara, buna benzer bir dünyalık menfaat gelse onu da alıyorlar.» Hiçbir şey onları diğerinden meşgul edip alıkoymuyor, hiçbir şey onları başka bir şeyden men’etmiyordu. Dünyadan kolayla­rına gelen her şeyi yiyorlar ve helâl ya da haram olduğuna hiç aldırmıyorladı.

Çevresinde olan her türlü zulme, adaletsizliğe, yolsuzluk ve ahlaksızlıklara karşı Görmedim, duymadım, söylemedim formunda üç maymunu oynayanlar Allah’ın ayetinden ders çıkartabilmeleri duasıyla…

×