150 Haddon Ave, Haddon Township, NJ 08108, USA

Makaleler

Tasavvuf ve Cihad

Tasavvuf ve Cihad

İslâm’ın deruni bir boyutu olan tasavvuf, tarih boyunca takvaya ve zühde önem verenlerin gönüllerinde farklı bir kıymete sahip olmuştur. Zaman içerisinde bazı ayrıntılar konusunda farklılıklar arz etmiş olsa bile tasavvuf hayatı, Allah’ın yaktığı bir kandil gibidir ve bu kandil kıyamet kadar ona gönül veren muttaki mü’minlerin gönüllerini aydınlatmaya devam edecektir.

Günümüzde İslâm Dünyası, evrensel bakış açısını yeniden ortaya koyma ve tasavvuf geleneğini özümseme konusunda şiddetli bir ihtiyaç içindedir. Zira tasavvuf, bir yoga kültürü veya pozitivist yani inanca dayanmayan, sadece akla hitap eden bir yol değildir.

Aksine tasavvuf, Allah’a imana ve onun göndermiş olduğu şeriatın yaşanmasına dayalıdır. Kur’an ve Sünnet’in yaşanmadığı bir hayatta tasavvufun manevi güzelliklerinin görüleceği iddiası da cehaletten başka bir şey değildir. Mü’minin hayatında nefsin boş arzularına ve şeytanın hilelerine karşı mücadele ruhunu yani onlara karşı eylemi ön plana çıkarmayan bir tasavvuf anlayışı sadece sözlerden ibaret kalacaktır. Sûfîlik yoluna gönül verenler Efendimiz (a.s.)’ın öğrettiği gibi nefsiyle olan mücadeleyi büyük cihat olarak kabul etmeli ve ona karşı sürekli uyanık olmalı. Dış dünyada vereceği mücadeleler için de kendisini her zaman hazır hissedebilmelidir.

Cihat denilince özellikle günümüz müslümanının aklına gelen tek düşünce, birilerine karşı silahla mücadele vermedir. Hâlbuki cihat öncelikle zikrin en efdali olan ‘Lâ ilâhe illallah’ kelime-i tevhidini hayatımızda ikame ettirmek olmalıdır. Bizler bu zikri her söylediğimizde hangi ilahlara karşı çıkmakta olduğumuzu hiç düşündük mü? Şayet zihnimizde canlananlar Efendimiz (a.s.) zamanındaki Hübel, Lât veya Menât gibi putlarsa onlar o zamanda kalmıştır. Bizler tevhidi her söylediğimizde nefs-i emmârenin kötülüklerinden uzaklaşmalıyız ki, Allah yolunda mal ve can ile cihat edecek ruha sahip olabilelim. Aslında tasavvufun özü de bu olsa gerek!

Allah ona rahmet etsin, Attâr, bir müridine, ’Oğlum, git çarşıdan ara kendine bir dert bul. Eğer bulamazsan gel, benden ödünç al!’ der. Dikkat edecek olursak o, müridine ‘sana vereyim’ demiyor. Çünkü onun da ihtiyacı var.

Çevremize baktığımız vakit göreceğiz ki, bugün pek çok müslümanın böyle bir derdi yok, herkes rahatına düşkünlük peşinde ve nefsinin arzularını tatmin ederek Cennet’e gidebilme –dünyanın rahatlığı aranmaktayken Cennet nasıl akla gelecekse- hesabı yapılmakta. İşte cihad bu gibileri tabi ki rahatsız edecektir. Müslümanlar mücadele alanından soyutlanarak öyle pasif bir hale getirildiler ki, onların felsefesi ’Vurana elsiz gerek, dövene dilsiz gerek, koyundan yavaş gerek’ diye ifade edilse yanlış olmayacaktır kanısındayım. Bunun İslâm’la alâkası var mı? Vurana ne gerek? Kısas gerek!

Bir Müslüman bize bir şey yaptıysa; tamam, biz onu hoş görürüz. Ancak bir gayr-i müslimin yaptığını da aynı şekilde değerlendiremeyiz. Maalesef bugün tam ters bir anlayış mevcut İslâm âleminde. Dünyanın dört bir yanında İslâm düşmanları Müslümanlara yeryüzünü zindan haline getirmekteler, ama Müslümanlar birbirlerinin hatalarını araştırmakla meşgul.

Geçmişte olduğu gibi; Hülâgu, Bağdat’ı kılıçtan geçirdiği esnada Müslüman âlimlerin “hünsa-i müşkil” meselesini; yani ana rahmindeki bir çocuğun dişiliği ve erkekliği belli olmayan hünsa olarak dünyaya gelmesi durumunda -ki bu milyonda bir ihtimaldir- böyle bir çocuğun miras durumunun ne olacağının tartışıldığı rivayet edilir. Yine, Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği esnada kiliselerdeki papazların melekler erkek mi dişi mi, diye tartıştıkları söylenir.

Tarihin bu diliminde, bu coğrafyada yaşayan Müslümanlar olarak Rabbimiz şu anda bizlerden ne bekliyor? Biraz iddialı bir soru, fakat cevabının o kadar da zor ve imkânsız olduğunu düşünmeyelim. Bu sorunun cevabını vermeden önce yukardan dünyayı kuş bakışı bir seyredelim, her yerini aynı anda iyice gördükten sonra cevap vermeye çalışalım. İstanbul’u, Ankara’yı, Marmaris’i, Bodrum’u, Alanya’yı Karadeniz’i, Doğu ve Güneydoğu’yu, oradan da Bağdat’ı, Şam’ı, Filistin’i, Afganistan’ı, Mekke ve Medine’yi seyredelim. Bu coğrafya insanının en azından yirmi dört saatini izleyelim.

Havaların ısınmaya başladığı şu günlerde sahil kıyılarını da unutmayalım.

Yirmi milyona yakın genç ve çocuğun günlerini nasıl internet cafelerde, televizyon karşısında ve daha nice boş heva ve heveslerinin peşinde harcadıklarını da zihnimizde canlandıralım.

Politikacıların ve ekonomistlerin gündemlerini görelim.
Ve şimdi az önceki soruyu bir daha soralım:

Bütün bu seyrettiklerinizi gözünüzün önüne getirerek söyleyin; bizden, nasıl bir kulluk ve Efendimiz (a.s.)’a nasıl bir ümmet olmamız beklenmekte!

Dünyanın en azılı firavunlarının her taraftan bu ümmete saldırıya geçtiği, bu mübarek coğrafyayı kana buladığı, çocuklarının üzerine ölüm yağdırdığı, kendi vatanlarını kendilerine hapishane yaptığı bir günde, Müslümanlar olarak kendilerine gündem olarak şunları seçenlere ne demelidir Allah aşkına?

“Tahiyyata oturunca şehadet parmağı kaldırılmalı mıdır, yoksa kaldırılmamalı mıdır?”

“Rükûya giderken eller kaldırılmalı mıdır, yoksa kaldırılmamalı mıdır?”

“Farzdan sonra müezzin tesbih dualarını açıktan yapmalı mıdır, yok herkes kendisi gizli mi yapmalıdır?”

“Kabirleri ziyaret yoktur, hayır, vardır.”

“Mezar taşlarının boyu en fazla ne kadar olmalıdır?”

“İkindinin ve yatsının farzından önce dört rekat sünnet kılmak gerekli midir, yoksa farzdan mı başlanmalıdır?”

“Kabir azabı var mıdır, yok mudur?”

“Türbelerden, ölmüşlerden medet beklemek, bir şey istemek şirktir. Hayır, biz onlardan bir şey istemiyoruz, onların yüzü suyu hürmetine Allah’tan istiyoruz.”

Tabi bu gibi polemik haline gelmiş soruların sayısını artırmak mümkün. Ancak söyleyin Allah aşkına, böyle bir günde Müslümanların gündemi bunlar mı olmalıdır? Ülkeleri ellerinden gitmekte olduğu bir demde meleklerin erkekliğini dişiliğini tartışanlardan farkımız kalır mı? Moğolların katliamına uğradıkları bir zamanda hünsa-i müşkil konusunu tartışanlardan farkımız kalır mı?

Kardeşlerim! Allah için kendi hayatımızın ve Müslümanların gündemlerini böylesine ölü meselelerle işgal etmeyelim. Dünya müstekbirlerinin kırbaçları zavallı Müslüman kardeşlerimizin üzerinde şaklayıp dururken, etrafımızı saran dikenli tellerin alüminyum mu, demir mi, bakır mı olduğunu tartışmayalım. Bunları yapmakla hem İslâm düşmanlarını kendimize güldürmüş, hem de Cenâb-ı Hakk’ın gazabını üzerimize çekmiş oluruz.

Bilindiği gibi İran, Hz. Ömer (r.a.) zamanında fethedildi. Sa’d b. Ebî Vakkas (r.a.) İran cephesinin komutanıydı. Hazret-i Ömer (r.a.), ona bir parola gönderiyor ve diyor ki: ’Siz savaşa katılan bütün askerlere emredeceksiniz, savaşırken ’Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah’ diyecekler. Hem kılıç sallayacak hem de ’Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah’ diyecekler.’ Biliyorsunuz bu bir zikirdir. Yani ‘güç, kuvvet her şey Allah’tandır’.

Siz buna inanacaksınız. Allah bu dediğinizi sizin bileklerinizde oynayan kılıçta tahakkuk ettirecek. İşte cihad budur. Bir başka tabirle fiilî cihadla, zikrî cihad paralel gider. Bu iki unsur birbirinin tamamlayıcısıdır. Cihad, fiilen İslâm davasının mücadelesini ve Müslümanların dertlerini paylaşmakla olur. Fiîlî olarak üzerimize düşeni yaptıktan sonra Allah’a tevekkül eder, tesbihlerimizle ve dualarımızla zikir ve duaya devam ederiz. İşte anlayışımız bu şekilde olmalıdır.

Allah Teâlâ nasıl ki Bedir Ashâbı’na gökteki ordularıyla yardım etti ve Müslümanlar müşrikler karşısında zafere ulaştılar, bizler de o Bedir Savaşı’na katılanlardaki ruh ve gönle sahip olduğumuz zaman Allah’ın izniyle, o görünmeyen ordular yine yardıma gelecektir.

Bu makale Dr. Celal Emanet tarafından Özlenen Rehber dergisinin 39. sayısı (Haziran 2006) için “Muhammed Masum” mahlası ile yazılmıştır.

Modern Dünya ve Mutluluk Krizi

Modern Dünya ve Mutluluk Krizi

Allah’ın yarattığı ve dünyadaki yaptıklarıyla sorumlu tuttuğu insanoğlu, Kur’ân’a göre cüzî (sınırlı) bir iradeye sahiptir. İnsan bu sınırlı irade çerçevesinde kendi hareketlerinin hâkimidir. Bundan dolayı kişi hareketlerinden ve sahip olduğu yetenekleri iyi veya kötü yönde kullanmasından sorumludur. İnsan kendi arzu ve isteklerine göre yapmış olduğu amellere göre içinde bulunduğu hayat yolculuğunda ya yücelir ya da alçalır. İnsanoğlunun hiçbir hareketi zorunluluk altında değildir. Yani hiçbir insan Cennetlik veya Cehennemlik olmak üzere yaratılmamıştır. Bilakis her insanın amelleri, akıbeti hakkında etkileyicidir. İşte İslâm’ın, Allah’ın mutlak hâkimiyeti ve insan iradesinin özgürlüğü hakkındaki temel öğretileri bu merkezdedir.

İslâm’a göre her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.(1) Dolayısıyla doğan çocukların tümü temiz, müspet, doğru ve yüksek bir ahlâkî karaktere sahip olarak dünyaya gelir. İnsanın dalalete düşmesi, özündeki güzel ahlâklardan uzaklaşması nefsini terbiye edip etmemesine bağlıdır. Nefsin tezkiye ve terbiye edilmesinde karşılaşılan en önemli engellerden birisi heva, yani nefsin dünyaya ve geçici olan sevgilere karşı önerdiği sınırsız, sorumsuz arzu ve isteklerdir. İnsan bu arzu ve isteklere uyarak doğru yoldan ayrılır, sapıklığa düşer.

Heva; vahyin zıttı ve sapıklığın ilk sebeplerindendir. Her insandaki heva farklı olduğu için belirli bir ölçüsü yoktur. Bu açıdan kişinin kendi hevasına uyması dalalet olduğu gibi, başkalarının hevasına uyması da dalalettir. Kur’ân’a göre hevaya uymanın en uç noktası olup en çirkin ve affedilmez olanı insanın nefsini, heva ve hevesini ilâh edinmesidir. Bu şu şekilde olabilir: İnsan yaratılış itibariyle nefsini çok sever. Hatta denebilir ki, insan kendi nefsi kadar hiçbir şeyi sevmez. Nefisperestlik, bir tür putperestlik gibidir. “Kendi nefsinin arzusunu (hevasını) kendisine ilâh edineni gördün mü?”(2) âyeti bunu ima eder. En güzel övgülerle övülmekten hoşlanan insan, nefsini bütün ayıp ve kusurlardan uzak tutmak ister. Haklı olsun veya olmasın daima kendisini müdafaa eder. Öyle ki, kendisinde Allah’a hamd ve şükür etmek için yaratılan azaları bile nefsini övmek için kullanır.

İşte hevasını ilâh edinerek bu ve benzeri tutumlara sahip olan insanoğlu, dini ve onun getirdiği hakikatleri göz ardı ederek, “ben” düşüncesini hakikatin ölçüsü yaparak kendisine göre modern ve aydın insan portresi ortaya koymaktadır. Ayrıca o, son iki asırda dinden yoksun ve Batı kaynaklı bu “aydınlanma” şekliyle ortaya konulan her kavrama, fikre, müesseseye, her türlü sanata ve bilgiye kendi hevasının alametleri olan gurur, hırs, kin ve hükmetme gibi zaaflarını da yükledi. Bu durumun tabii neticesi olarak modern insan, tüm insanlığı yok edecek silâhları geliştirerek hem kendi neslini, hem de gelecek nesilleri olumsuz bir şekilde etkileyecek düzeyde yeryüzünü tahrip etmektedir.

İçerisinde bulunduğumuz 21. yüzyıl insanının nefsanî hastalıklarından bir tanesi de gururdur. Nefsini ilâh kabul edenlerin baş özelliği gurur ve kibirdir. Bu hastalığın inanç alanında olanı, Allah’tan gelen ilâhî prensiplere teslim olma yerine, inatla Allah’ın emirlerine isyan etme ve onları inkâr yoluna gitmedir. Bunun neticesinde de kendini modern sınıfında değerlendiren insan, İslâm dininin sunmuş olduğu güzellikleri küçümser hale gelmiştir. Modern insanın gurur ve kibri, din dışı alanda agnostisizm ve ateizm olarak somutlaşarak kendini gösterirken; dinî alanda da insana Tanrı adına hareket etme yetkisi vermiş ve böylece modern insan bir taraftan din üzerinde reformlar yapmaya yeltenirken, diğer taraftan Krişnacılık, Moonculuk, Bahaizm, Satanizm v.s. gibi yüzlerce din icat etmiştir.
Nefs-i emmârenin bir alameti olan kibir ve gurur, kişiyi ferdî planda dokunulmaz hale getirmiş, yani o birey kendisini dinî, felsefî, sanatsal, sosyal hayatında ve hatta cinsel tercihinde hür görerek haram-helal ayrımı yapmaksızın doğruluğuna inandığı ve arzu ettiği her şeyi yapar olmuştur. Bunun sonucunda da hem bireyin kendisi, hem de toplumdaki maddi ve manevi dinamikler altüst olmuştur. İşte Batı dünyası bu felsefeyle hareket ederek önce fizikî olarak yer kürenin kahır ekseriyetini sömürge haline getirmiş ve sonra da ürettiği kavram ve müesseseleri bütün dünyaya yayarak kültürel anlamda bütün dünyayı işgal etmiştir.

Modern insanın bir başka hasleti ve modernitenin en önemli var oluş ve gelişme dinamiklerinden biri de hırstır. Her iyi ve değerlinin sadece kendisinde bulunmasını isteyen Batı Dünyası’nın daha önceki medeniyetlere ait olan eserleri dünyanın farklı coğrafyalarından toplayarak kendi müzelerinde teşhir etmesi, kendi dünyevî refah ve mutlulukları için pek çok ülkeyi sömürgeleştirmesi onun bencillik ve hırsının neticesidir. Bugün Batı’da toplumsal yapılanmanın temel dinamiğini oluşturan kapitalizm, hırsın müesseseleşmiş halidir. Hırsla hareket eden Batı medeniyeti, bir taraftan yeryüzündeki doğal kaynakları tüketerek çevre problemine sebep olurken, diğer taraftan küresel şirketler yoluyla siyasî iradeyi de etkileyerek devletlere hâkim olup adil olmayan kapitalist düzenin devamını sağlamakta, zenginin daha zengin ve fakirin de daha fakir hale gelmesine kaynaklık etmektedir. Batılı devletlerin, uluslararası ilişkiler ve siyasette hâkim olan düzenin devamı için insanlığa neye mal olacağını düşünmeden savaşları göze alması hırsın bir tezahürüdür.

Hırs duygusu günümüz insanının hayatını yönlendirmede en önemli sâiklerden birisidir. Daha lüks araba, daha geniş ev ve daha çok maddi kazanç, dünyalık makam ve mevkilerin peşinde koşan, bunları hayatının ana hedefi haline getiren insan, Allah’a kulluğu, kendini ve insanlığını unutmakta ve türlü psikolojik buhranlara maruz kalmaktadır. İnsanları tek tip olarak yetiştirmek isteyen modern eğitim sistemi, hırs ve kıskançlığın, türlü yollarla herkesi takip ve kontrol ederek gücü kimseyle paylaşmak istemeyen modern devlet yapılanmasının kurumsal tezahürüdür.

Günümüz insanını sevk ve idare eden önemli hasletlerden biri de şehvettir. Özellikle kadını daha mutlu edeceği düşünülen cinsel serbestlik, aksine insanların daha mutsuz olmasını sağlamıştır. Şehvet ve cinselliğin başta sinema olmak üzere, resim, müzik, tiyatro ve bütün görsel sanatta hâkim unsur olması, gençlerin sanatsal enerjilerini bu alanlarda kullanıp boş yere harcamalarına sebep olmuştur. Bütün geleneksel din ve medeniyetlerde kontrol edilmesi gereken bir güç olarak algılanan şehvet, modern Batı medeniyetinde üretkenliğin kaynağı olarak görülmekte ve ahlâkla cinselliğin hiçbir ilgisi olmadığı iddia edilmektedir. Özellikle Batı’da ve günümüz Türkiye’sinde üretimin mihverini oluşturan cinsellik ve şehvet, insanların fert olarak duygusal yönden, toplum olarak ise ahlâkî yönden çökmesine neden olmaktadır.

Nefs-i emmârenin sıfatlarından olan gurur, kibir, hırs ve şehvetin tüm dünyada insanlığı nasıl tesiri altına aldığını feraset sahibi her mü’min görebilmektedir. Bu anlayışlar üzerine bina edilmiş olan modernitenin insanlığa kurtuluş getirmeyeceği son zamanlarda dünyada gelişen hadiselerle kendini açıkça göstermiştir. Bu sebeple insan, her zaman bu sıfatlara karşı uyanık olmalı; devamlı murakabe ve muhasebe ile nefsini kontrol etmesini bilmelidir. Zannediyorum bunun en kestirme yolu da, mazhar olunan bütün iyiliklerin Allah’tan geldiğini itiraf ve ilan etmektir. Yoksa bu gibi hastalıklar insanda yerleşir ve bir daha da onları söküp atmak mümkün olmaz. Sahâbe Efendilerimiz ve onların yolundan gidenlerde olduğu gibi, bizlerde de gurur ve kibir yerine tevazu ve mahviyet, hırs yerine kanaat ve tevekkül, şehvet ve cinselliğin yerine iffet ve hayâ olmalıdır. Toplumumuzun ve tüm dünyanın huzur ve mutluluğu nefsânî ahlâklardan uzaklaşıp İslâm’ın ahlâkî prensipleriyle terbiye olmayla mümkündür.

Kaynakça:
1. İbn-i Hanbel, Müsned, IV, 24.
2. el-Furkân, 25/43.

Bu makale Dr. Celal Emanet tarafından Özlenen Rehber dergisinin 40. sayısı (2006 Temmuz) için “Muhammed Masum” mahlası ile yazılmıştır.

The Ethics Of The Conquest, War and Peace: A Study Of The Early Islamic History

The Ethics Of The Conquest, War and Peace: A Study Of The Early Islamic History

Abstract
Islam is the religion of peace, goodwill, mutual understanding, and good faith; it will not acquiesce in wrongdoing. It men will hold their lives cheap defense of honor, justice, and the religion they hold sacred. The Islamic ideal is that heroic virtue combined with unselfish gentleness and tenderness as exemplified in the life of Prophet Muhammad. Muslims believe in courage, obedience, discipline, duty, and a constant striving by all the means in their power for the establishment of truth and righteousness. They know that war is an evil, but they will not avoid it if their honor demands it and a righteous Imam commands it. In other cases war may have nothing to do with their faith, except that it will always be regulated by Islam’s human precepts. The present article seeks to place the traditional legal discussion of the morality of the conquest, war and peace in the early Islamic history within an ethical context.


Keywords: Conquests, War and Peace, Islamic Ethics, Leadership and Qualities.

ISLAMLASHMAQ Term in Said Halim Pasha

ISLAMLASHMAQ Term in Said Halim Pasha

Abstract


Beginning in the late eighteenth century, Ottoman Empire became the first Muslim state to reform its administrative, educational, military, and eventually the political systems. Reformist thinkers who grew up during the late Ottoman era who produced their work during the republican period constitute the first generation of these post-Ottoman reformist thinkers. A respected statesman and diplomat, Said Halim Pasha was first and foremost an influential thinker, one of the most outspoken representatives of the Islamist school during the Second Constitutional Period (1908-1920). In his famous work entitled lslamization (Islamlashmaq), Said Halim proposes a complete Islamization of Muslim society, which includes forgetting their pre-Islamic past and purifying themselves of their pre-Islamic heritage.
This study will be focused on Said Halim Pasha’s views of politics relating to Islamization.

Keywords: Said Halim Pasha, Islamlashmaq, Imitate, Westernisation,
Religion

SAİD HALİM PAŞA’DA “İSLAMLAŞMAK” TERİMİ


Özet

XVIII. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu yönetim, eğitim, askeri ve nihayetinde de politik alanlarda reformlar uygulayan ilk Müslüman devlettir. Osmanlı Devleti’nin son yüz yılında yaşamış pek çok reformist düşünce adamı vardır ki; onlar meşrutiyet döneminin hazırlayıcıları ve Osmanlı sonrası reformistlerinin ilk jenerasyonudur. Osmanlı Devleti son dönem sadrazamlarından, II. Meşrutiyet
döneminde (1908-1920) İslamcılık fikrini temsil eden ve bu fikirlerini açık bir şekilde savunan Said Halim Paşa görüşleri ile dikkat çeken bir devlet adamıdır. Said Halim Paşa kaleme aldığı ‘İslamlaşmak’ adlı meşhur eserinde unutulan İslam öncesi ve kendilerine miras bırakılan şeyleri onları nasıl arındırdığını hatırlatarak Müslümanların topyekun olarak İslamlaşmasını öngörmektedir. Bu çalışmada İslamlaşmak bağlamında Said Halim Paşa’nın politik fikirleri tartışılmaktadır.

Anahtar kelimeler: Said Halim Paşa, İslamlaşmak, Taklitçilik, Batılılaşmak,
Din.

Savaş ve Barış Kavramlarının İslami Etik Açısından Yorumlanması

Savaş ve Barış Kavramlarının İslami Etik Açısından Yorumlanması

Temelde savaş ve barış kavramlarının tartışıldığı bu makalede İslam’daki cihat kavramı, Batı’daki adalet savaşı (just war) anlayışıyla aynı şey olup olmadığının cevabı aranmaktadır. Makalede kısaca savaşa ve barışa İslamî yaklaşımı tarihsel olarak ele alan bazı tartışmalar analizi yapılmaktadır. Günümüzde özellikle Batı’da devam eden ‘cihat’ kavramının nasıl anlaşılması gerektiğine cevap verilmeye çalışılıyor. Cihat Batı’daki savaş gibi ilk teorisyenleri tarafından temel olarak savaşın kaçınılmaz hale geldiği durumlarda belirli sınırlar içerisinde başvurulan son çare olduğu şeklinde ifade ediliyor. Cihat düşüncesi Batı’daki adalet savaşı (just war) düşüncesi gibi toplumlar arası ilişkilerin barışçıl olması zemini üzerine inşa edildiğinin üzerinde duruluyor.


Anahtar kelimeler: Savaş, Barış, Cihad, Adalet Savaşı

INTERPRETING THE ISLAMIC ETHICS OF WAR AND PEACE

Abstract


This article is presented that explores the issues concerning the idea of jihad and the ethics of war and peace which have been a subject of debate among Muslims. It states that jihad was conceived by the early theorists, to circumscribe the legitimate reasons for war. It notes that there is more similarities between Western and Islamic thinking on war and peace than the differences.


Keywords: War, Peace, Jihad, Just War

Mohammed Alexander Rusell Webb and American Orientalism

Mohammed Alexander Rusell Webb and American Orientalism

Özet


Amerikan Müslüman tarihinde Muhammed Alexander Russell Webb’in İslâmî misyonu iç savaştan önceki yüzyılın köleleştirilmiş Afrikalı müslümanları ile XX. Yüzyılın ilk dönemlerindeki yarı-İslâmî grupların yükselişe geçtikleri iki dönem arasında ABD’ye gelmiştir. Muhammed Webb’in konferansları, yayınladığı risaleler ve kitapları onun İslam’a olan yolculuğuna ve düşüncelerine dair pek çok bilgi barındırmaktadır. Webb’in müslüman olma hikayesi, Amerika’daki İslamî misyonu 1890’lı yıllarında medyanın güncel konuları arasında olmasına rağmen Webb arkasında kalıcı bir hareket veya enstitüler bırakmamış ve Müslüman Amerikalıların tarihinin diğer dönemleri arasında bir bağlantı kurmamıştır. Bu yüzden onun geride bıraktığı ilmi miras uzunca bir dönem gözlerden kaçmıştır. Webb’in vefatından yaklaşık beş yıl önce “İslam’ın Elçisi” lakabıyla tanınan Samuel Marinus Zwemer (Amerikalı Protestan misyoner), Webb’in the Moslem World gazetesini aynı isimle yayınlatmaya başlar. Fakat bu gazete Müslümanların aleyhine tamamıyla misyonerliğe adanmıştır. Bu makalede New York’un Hudson kasabasında dünyaya gelen Muhammed Alexander Russell Webb’in (1846- 1916) yaşadığı dönemde İslam karşıtı ortaya çıkan fikir ve düşüncelere karşı verdiği mücadeleler ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: İslam, Oryantalizm, Avrupa Merkezcilik, İslam Karşıtı Düşünceler, Hıristiyanların Polemikleri

Abstract

Research concerning late nineteenth-century American Muslim history has been dominated by the study of one central figure, Mohammed Alexander Russell Webb. His Indian-backed Islamic mission to America is regarded as the first, and consequently the most significant, movement of its time. Webb’s
speeches, pamphlets, and books frequently drew attention to his spiritual journey to Islam. Although the story of Webb’s conversion and Islamic mission in America were hot items in the early 1890s press, Webb faded quickly from public memory, and his legacy long remained hidden below academic radar. Five years before Webb’s death, Samuel Zwemer established a Protestant missionary journal bearing the same title as Webb’s journal, the Moslem World, but it was dedicated to diametrically opposing goals. This article seeks to assess Islam’s place within American religious history by examining the life and work of a remarkable 19th century American figure, Mohammed Alexander Russell Webb, a white Muslim convert who challenged the prevailing anti-Islamic sentiments of his time. Refuting previously undisputed myths, Webb’s aim wasn’t to proselytize his religion, but to demonstrate to his fellow representatives, as well as the American public, that their concepts of Islam as a violent, non-progressive religion, intolerant women, were unfounded.

Keywords: Islam, Orientalism, Eurocentrism, Anti-Islamic Sentiment, Christian polemics.

×