Tasavvuf Tarihinin Dönemleri
Tasavvuf düşüncesinin tarihi seyri hakkında pek çok tasnif yapılmıştır. Bunlardan bir tanesi şöyledir:
I. Zühd Dönemi: Hicri I ve II. asırlardır ki; sahabeden başlayarak Şakîk el-Belhî
(ö. 194/809)’ye kadar olan dönemi kapsar. Tasavvufun henüz isim olarak teşekkül etmemiş olduğu bir zamanı kapsamaktadır. Bu dönemde uygulamada Kur’ân’a ve sünnete bağlılığın üst düzeyde olmasından dolayı zühd hayatı ile ilgili konular üzerinde yoğun tartışmalar henüz başlamamıştır. Bu zaman zarfında ortaya çıkan kavramların hemen hepsi Kur’ân ve sünnette yer alan ve hemen her Müslüman tarafından kolaylıkla anlaşılabilen kavramlardır. Nitekim bu dönemde sembolik anlatımlardan ziyâde, yalın ve sade bir dil kullanılmış, tasavvufun hakikat boyutundan çok şeriata vurgu yapılmıştır. Zühd dönemi olarak adlandırılan bu ilk dönemde tasavvuf kavramları henüz ıstılâhî mânâlarını kazanmamıştır. Bu asırlarda ve kaleme alınan zühde dair eserler Hz. Peygamber (sav), sahabe, tabiin ve bir kısım zahidlerin ibadet, ihlas, tevekkül, kanaat, tevazu gibi konularla ilgili sözlerini ihtiva etmekte ve bu sözler rivayet zinciriyle birlikte kaydedilmektedir. Bu usul, ileriki dönemlerde yazılan tabakat ve menâkıb türü kitaplarda da uygulanmıştır.
II. Tasavvuf Dönemi: Hicri III ve V. asırları içine alan dönemdir. Genellikle 200/815 yılında
vefat eden Ma’rûf el-Kerhî (ö. 200) ile başlatılır, Abdülkadir Geylânî (ö. 561/1166) ve Ahmed Yesevî (ö. 561/1166)’ye kadar devam eder. Bu dönem belki de sûfi hareket dönemlerinin en canlısı ve hareketlisidir. Bu dönemde tasavvuf kavramları ıstılâhî anlamını kazanmış ve yalnızca ehlinin anlayabileceği terimler olarak kullanılır hale gelmiştir. Tasavvuf bir ilim dalı olarak teşekkül etmiş, ilk ve temel eserler kaleme alınmış ve kavramlar tespit edilmiştir. Zühd dönemindeki ahlâk ağırlıklı eğitim, yerini hakikat meselelerinin belirgin ve baskın hale geldiği bir terbiyeye bırakmıştır. Ayrıca Kur’ân’ın zâhir anlamının yanında işârî anlamına dair yorumların yapılmaya başlanılması da bu döneme tekabül etmektedir. Zâhir alimleri ile en şiddetli münakaşalar yapılmış, ilk tasavvuf şehidi verilmiş ve nihayet tasavvuf, ehl-i sünnet inancı ile mezcedilerek toplumun her kesimine, İslam dünyasının her tarafına bu dönemde yayılmıştır.
Hicrî III. asır tasavvufun temel meselelerine dair kaleme eserler ilk kaynakları oluşturduğu için bunlarda bibliyografya zikredilmez. IV. asırdan itibaren tasavvuf ilmine ve sufî tabakâtına dair kitaplarda çoğunlukla önceki mutasavvıflardan nakiller yapılır. Bu mutasavvıfların bir kısmı eser sahibi olup kaydedilen bilgilerin önemli bir bunlardan alındığı halde isimleri verilmez. Nitekim Ebû Tâlib el-Mekkî’nin Kutû’l-Kulûb’u, Muhammed b. Hüseyin es-Sülemi’nin Tabakâtu’s-Sûfiyye’si ve Abdülkerim el-Kuşeyrî’nin er-Risale’sinde istifade edilen kaynaklar belirtilmemiştir.
III. Tarikatlar Dönemi: Hicri VI. asrın ortalarında başlar ve tasavvufta felsefî yaklaşımların
hâkim olmaya başladığı bir dönemdir. Tasavvufun hicri VI. asırdan itibaren ameli bakımdan gelişmesi nazari bakımdan gelişmesine denktir. Bu dönemde kavramların mânâlarında bazı değişimlerin olduğu, bu bağlamda önceki dönemlerden farklı olarak ilâhî aşk ve vahdet-i vücûd merkezli kavramların yaygınlaşmaya başladığı, önceki dönemlerdeki bazı kavramlara ise yeni anlamlar yüklendiği görülmektedir.
Hicri III. Asrın ilk yarısında kurulan ana tarikatlara bağlı olarak belli bir şeyh etrafında toplanmalar ve intisaplar süratle yaygınlaşmıştır. Türklerin İslamlaşması faaliyetleriyle birlikte özellikle Anadolu’da tarikatlar yaygınlaşmıştı. Moğol istilası nedeniyle Orta Asya’dan kaçan sufilerin Anadolu Selçuklularına sığınması ve çeşitli siyasi olaylar sebebiyle sufiler devlet tarafından da desteklenince tekke ve zaviyelerin fütüvvet teşkilatları kurulmuş, türbeler yapılmıştır. Bu dönemde yetişen ve ilk tarikat kurucusu olan Türkistan bölgesinden Hoca Ahmet Yesevî (ö. 562)’den başka Hacı Bektâş-ı Velî (ö. 669), Mevlâna Celaleddin-i Rûmî (ö. 672), Muhyiddin İbn Arabî (ö. 638), Sadrettin Konevî (ö. 673), Evhauddin Kirmânî (ö. 635), Necmeddin-i Dâye (ö. 654) ve Abdülkadir Geylânî (ö. 561) gibi ünlü sufilerin yetiştiği hicri VI ve VII. asırlar tasavvufun altın çağı olmuştur.
YAZIMIZ DEVAM EDECEKTİR…
NOT: Erken dönemde ulema ve sufiye tabakası tasavvufu nasıl tanımlayıp anladığına dair kısa bir yazı dizisi yazmamdaki en önemli sebeb günümüzde bu yolların sahtekarlarının her geçen artması ve müslümanların duygularını suistimal etmeleridir. Bu yollara müracat eden kardeşlerim yazı dizisinde anlatılanları okudukları takdirde en azından mensubu oldukları tarikatların hak üzere mi yoksa batıl üzere mi olduğuna dair bir fikir edineceklerini düşünüyorum. Amacım birilerini iğnelemek veya kurdukları düzenlerine çomak sokmak değildir. Herkes Allah’a hesabını verecektir. Yazı dizisini bitirdiğimde makalenin kaynakçasıyla beraber pdf formatında yazının tamamı yayınlanacaktır.